‘Felaket simsarlığı’ sıkmadı mı artık?

Engin Karaman

Blog: Serbest Kürsü

Madımak'ın 22. yılında, meydan okuyan aydınlarımıza, “Yok başka bir cehennem, yaşıyorsunuz işte” diyen Behçet Aysan'a saygıyla.
Yazıda anlatılmak istenenlerin tek cümleyle özeti aslında bu sözlerdir.

Yıllar önce komünistler Türkiye’nin “felaketin eşiğinde” olduğunu söylediklerinde*, hissettirmek istedikleri belki de son duygu “korku” idi. Ne broşürlerinde, ne de herhangi bir yayında, tek bir kişinin ağzından bile korku salan sözler duyulmamıştır. Ortadaki manzaranın korkunç olması başka şeydir, felakete işaret edenlerin korku salarak bundan nemalanması başka şey. İkincisi yoktu, çünkü bunu yapmak amaca aykırı olurdu. Yapılan şey en kaba haliyle, Türkiye’de Cumhuriyet’in ileri kazanımlarının sökülüp atılması gerçeğine işaret etmek ve bu uyarıyı bir örgütlenme çağrısıyla tamamlamaktı.

Bugün “felaket” başka ağızlarda, bir şantaj ve sindirme aracı haline geldi. Sol kulvar başta olmak üzere, “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” bir siyaset biçimi olarak en prestijli günlerini yaşıyor.

7 Haziran seçimleriyle başlamadı ama seçimlerde zirve yaptı. Faşizm, savaş ve aynı ağırlığa sahip başka olası felaket senaryoları, siyasetin en kirli yüzüne meze oldu. Seçimlerle zirve yapan şey, “kötünün iyisi” için toplanan oyların meşruiyetini de oluşturuyordu: “Türkiye hiç iyi bir yere gitmiyor, herkes ilkelerini bir süreliğine askıya alsın.”

Bu parola, nereden gelip nereye gittiğimizi unutmanın, tarih algımızı yitirmenin de sloganı oldu. Erdoğan gökten zembille inmiş ve hayatı bize dar etmişti adeta. Erdoğan’ı geriletme cephesinde siyasi hayatına bir tane daha Erdoğan çıkarmayı sığdırabilecek türden aktörlere bile yer vardı. İlkeleri askıya almak yetmiyordu, üzerinde tepinmek gerekliydi.

Seçimlerin üstünden haftalar geçti. Türkiye’de faşizm ve savaş ihtimalinin azaltıldığını söyleyebilen elbette yok. İşin ilginç yanı, aynı argüman düzen değişikliği isteyenlerin önüne hâlâ sürülüyor: “Şimdi zamanı değil, önce bir düzlüğe çıkalım.”

Açık konuşalım: “Biz demiştik” sözü kulağa çirkin gelir ve kabul etmek gerekir ki bir nebze de olsa sorumsuzluk taşır. Doğruları söyleyenlerin aynı zamanda bunları hayata geçirme sorumluluğunu da üstlendiğini biliriz. Fakat şunu da söylemek gerekiyor: Felaket ihtimalleri eşliğinde “acilen” yapılması gerekenleri öğütleyenler, neden bu ülkenin “kötünün iyisi” siyasetine sonsuz kredi veremeyeceğini de düşünmüyorlar? Madem bekleyecek bir dakikamız bile yok, defalarca denenip başarısız olan bir garabetin gerçek bir zaman kaybı olduğu neden örtbas ediliyor? O kadar da “acil” değil mi Türkiye’nin vaziyeti?

Tam da bu tuhaflık ve ikiyüzlülük nedeniyle, 7 Haziran’ın sonuçlarından birisi “bildiğimiz gibi” yapmanın özgüvenini hissetmek ve hissettirmek olmalıdır. Defalarca deneyip defalarca duvara toslayan bu felaket simsarlığına, tam da sonsuz kere deneyip yanılma şansımız olmadığı için son verilmeli.

‘KÖTÜNÜN İYİSİ KÖTÜDÜR'
Bunları Suriye’ye yönelik sayısız saldırganlık girişiminde bir eşik daha atlanırken söylemek tuhaf gelmemeli. Felaket korkusuyla hesaplaşmak bu günlerde belki de daha kolay. Çünkü meselemiz bahsedilen “korkunç” senaryoların gerçek dışı olduğunu kanıtlamak değil. Bunun bir siyaset tarzı olarak şantajın ve manipülasyonun aracı olmasıyla derdimiz var. Toplumsal direncin, sonu gelmez bir sahtekarlıkla aynı döngünün içerisinde öğütülmesiyle hesaplaşılmalı.

Faşizmin ve savaşın hiçbir türlüsü, toplumu bu denli manipülasyona açık hale getiremezdi doğrusu. Halkın devre dışı bırakılmasının en etkili ve belki de mümkün olan tek yolu buydu. Öyle ki, “kötünün iyisi” tabiri bile kullanılmıyor artık, “huzur istiyoruz” deniliyor. Sol ideolojinin repertuarına “düzenin huzuru” da girdiğine göre, ilk önce kendi dükkanımızı kapatarak başlayabiliriz!

Tahmin etmek zor değil; düzen eğer en tepedeki delilere kalsaydı, çoktan duvara toslamış olacaklarını düşünebilirdik. Neyse ki “bu yine iyi günlerimiz” diyen birileri hep bulunuyor. On yıllardır emekçiler için cehenneme dönmüş olan bir ülkede, bugünün karanlığının adım adım yaklaştığı yıllar için “iyi günlerimiz” demek büyük cömertlik. Buradan bakınca, Türkiye için faturanın bu denli kabarması hiç de sürpriz değil.

Oysa "ya faşizm gelirse" uyarısından ve savaş alarmlarından, aklımızı ve ilkelerimizi bir kenara bırakıp köprüden önceki son çıkışa yönelmek dışında bir sonuç çıkmıyor uzun süredir. Kendisini bu tehlikelerle sınırlayanlar, bunca senedir yaşanan şeyin ne olduğuna ilişkin muhakeme yeteneklerini yitiriyorlar. “Faşizm geliyor” paniği, bugünlerin faşizmden farklı bir sıfatla anılması gerektiği fikrine dayandığı sürece yanlış bir mesaj da içeriyor. Gelmesinden korkulan şeyin “büyüklüğü”, bugünlere razı olunmasını ima ediyor.

Türkiye'de yaşananların adının "faşizm" olup olmaması ise bir yerden sonra önemsiz. "Ya gelirse" diye korkulan şey, sınıf iktidarının bir uygulaması olarak zaten mevcut olduğu sürece, bu paniği yayanların samimiyetinden şüphe edilmeli. Ne yazık ki sol saflarda duran birçok yazar ve düşünür de, bilerek ya da bilmeden bu koroya katılıp, “normalleşme” talebinin fikirsel altyapısını örüyorlar. Buna karşı gelenlere ise, “Ne yani! Bu delilik devam mı etsin?” yanıtını almak düşüyor. “Erdoğan diktatörlüğü sürerse sosyalist olmak da mümkün olmaz” deme cüretini gösteren de var. Belki de bizleri düşünen birileri olduğu için rahatlamalıyız. Keşke Türkiye’de komünizmin henüz ilk adımlarını atarken Karadeniz’de boğdurulmaya çalışıldığını, sosyalizmin doğası gereği inatçı olmak zorunda olduğunu, bugünlerin hiç de “benzeri olmayan bir baskı” olmadığını da bilseler...

DÜZEN DEĞİŞİKLİĞİ KIRMIZI ÇİZGİ
Diğer yandan, “kötünün iyisi” fikrine karşı gelenlerin söylediği, "hiçbir şey bundan daha kötü olamaz" değil. Daha kötü olmamasının bir garantisi var mı? Elbette bundan kötüsü de olabilir. Ama meselemiz bir şeylerin “biraz daha normal" seyretmesi de değil. Aksine, bunun imkansız olduğunu söylüyoruz. Düzen değişikliğini içermeyen iyileştirme denemelerinin istisnasız şekilde "karanlığa dönüş" ile sonuçlanacağını iddia ediyoruz. Üstelik daha umutsuz ve çıkışsız görünen bir karanlığa...

Düzen değişikliği vizyonu olmaksızın "daha iyisine" gitme fikri, faturası misliyle ödenen tarihsel bir hatadır. Defalarca denendi, tez olarak başarısız oldu, her seferinde düzenin yenilenmesine meze haline getirildi. Üzerinde hemfikir olunduğu görülen restorasyon terimi bunu anlatıyor. Restorasyonun aktörlerinden hangilerinin bilinçli olarak bunu yaptığı, hangilerinin meze olduğu, sonucu etkilemiyor. Sonuçta siyasetin birçok düzleminde olduğu gibi “kafa sayısı” öne çıkıyor.

Üstelik önümüzde "daha iyisi" olarak formüle edilmiş bir üçkağıt var. Bu bir sahtekarlık çünkü örneğin faşizm tehlikesini geriletmekle, savaş riskini azaltmakla ve Türkiye'yi bir delinin insafına bırakmamakla sınırlı bir çizginin stratejisinin ne olduğunu bilen kimse yok. Kimse bahsedilen hedeflerin altını doldurmak adına, “nasıl olacak” sorusuna yanıt olabilecek tek satır yazmaya gerek duymuyor. Üretilen tek fikir, eğer yılana sarılmazsak denizin bizi ne kadar korkunç şekilde yutacağı üzerine.

Karşımızdakinin kudretini gösterip, "sıtmaya razı olmazsan ölümlerden ölüm beğen" demek siyasetin en alçaltıcı şekli sayılmalı. Daha dramatik olan ise bu tuhaflığın sol alanı işgal etmiş olması. Türkiye'de öncelikle sol kulvar ve giderek siyaset alanının tamamı, bu sahtekarlıktan kurtarılmalıdır. Bunu yalnızca "en fazlasını istediğimiz için" değil, başta emekçi sınıflar için cehenneme dönmüş olan hayatta bir milim iyileştirmenin bile bu şekilde mümkün olmayacağını bildiğimiz için söylemeliyiz.

Cehennemi yeryüzünde yaşatanların karşısında, "daha kötüye gitmesin" rızasıyla diz çökmek, ebedi olduğunu düşündükleri düzenin kumunda oynamak solu işi olamaz. Ölümü gösterip kendilerine razı olunmasını isteyenlere "ne yaptığımızı biliyoruz ve bunun yalnızca bu yolla yapılabileceğini de biliyoruz" diye yanıt verecek örgütlü bir güce ihtiyaç var. Düzen partilerini yalnız bırakmak, böyle de tanımlanabilir.

Şu tılsımlı sözleri bir kez de biz söyleyelim: “Türkiye’nin kaybedecek hiç vakti yok.”

Defalarca girilmiş bir çıkmaz sokağa bir kez daha girmeye niyetimiz de yok. Düzen değişikliği istiyoruz ve düzen değişmeden hiçbir şeyin değişmeyeceğini iddia ediyoruz.

Bunun gerçekçi olmadığını samimi olarak düşünenler, bu karanlıktan kurtulmak için daha gerçekçi, daha kolay, daha kısa bir yol önermeliler. Meclis aritmetiğiyle AKP’yi “geriletmek”, sağ seçmeni MHP ve HDP’ye dağıtmaya çalışmak gibi kestirme yollarda kaybolmak artık yok!

Eğer böyle bir yol varsa, o yolda hep birlikte yürünür. Eğer yoksa, burada, bildiğimiz yolda yürünecek. Baştan anlaşalım.


* http://www.kp.org.tr/tr/diger-metinler/2008-yilinda-turkiye-cumhuriyeti-...