İşçi avukatlık kimin eseri?

Ekin Görkem

Blog: Serbest Kürsü

“Burjuvazi, şimdiye dek saygı duyulan ve saygın olarak değer verilen bütün mesleklerin halelerini söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim adamını kendi ücretli emekçileri durumuna getirdi.”

İşçi avukat, lügatımıza girişi itibarı ile yeni sayılabilecek, belki 10 – 12 yıllık bir kullanım. Bu deyimin kendisine, sıfatı taşıyanlar dahil olmak üzere, avukat camiasında bir parça ihtiyatla yaklaşılır. Avukatımız, mesleki formasyonuna pek yakıştıramadığından olacak, genellikle işçi olduğu ya da işçi çalıştırdığı gerçeğinin etrafında dolanmayı, bunun yerine işgören avukat, SGK’lı avukat gibi ifadeler kullanmayı tercih eder. Belki güzide mesleğinin “işçilikle” kirletilmesini istemediğinden, belki mesleğin gerçek içeriğine kayıtsız kalarak düş kırıklığının hafifleyeceğini düşündüğünden, işçi avukat lafını duyduğunda hemen “ücrete tabi avukat” desek daha doğru olur, diye itiraz etme ihtiyacı hisseder. Oysa, -inanması güç olsa da- işçi avukatlar gerçekten de düpedüz işçidir. Daha da ilginci, sayıları da her geçen gün artmaktadır. Neden?

Avukatlık mesleğinin başlangıcı tarihsel olarak antik Pers, Yunan ve Roma gibi köleci uygarlıklara dayandırılır. Geçen zamanla ve gelişen toplum biçimleri ile birlikte mesleğin içeriği de sürekli olarak değişir. Bugün avukatlıktan anladığımız, modern anlamda avukatlıktır. Bu, adil yargılanma hakkı, yasalar önünde eşitlik gibi burjuva ahlakına özgü bir değerler bütününün yargı meslekleri üzerindeki bir yansımasıdır. Mesleğin ticari bir nitelik taşımaması, belli açılardan bir kamu görevi olarak anılması, mesleki itibar, mesleki bağımsızlık, meslek örgütü ve teamülleri, işi reddetme hakkı gibi kavram ve uygulamalar evrensel ve ezeli bir nitelik taşımaktan ziyade, bünyesindeki her şey gibi avukatlık mesleğini de yeniden kendi dünyasına göre dizayn eden “serbest rekabet toplumunun” birer değeri oldukları için vardır. Yine bu sebeple, nasıl ki serbest rekabet toplumu kendi özünü tekelleşme yönünde değiştirme eğilimindeyse, bütün değerleri gibi, avukatlığa bahşettiği değerlerini de buna göre yeniden dizayn etmek zorundadır. Bunun somut olarak ne anlama geldiğini, farkında olmasalar da, en iyi işçi avukatlar hisseder.

Deneyimli avukatların sık sık “pastadaki payın azalmasından” yakındığını duyarsınız. Pasta konusunun aslı şudur. Özellikle büyük şehirlerde, sermaye sahibi avukatların gücü ve etkisi artmakta, merkezileşmektedir. Hukuk fakülteleri her yıl daha fazla mezun vermekte, avukatların sayısı ihtiyacın çok ötesinde artmakta, böylece patron avukatlar işçilerini istedikleri gibi çıkarabilmek konusunda inisiyatifi her geçen gün daha fazla eline almakta, bu da doğrudan doğruya ücretlere yansımaktadır. Bu şekilde Corporate olarak anılan hukuk ve danışmanlık büro biçimleri artarak, çalışanları için eski biçimlerden çok daha farklı, katı zaman ve iş uygulamaları ortaya çıkarır. Bu bürolar zamanla daha fazla ve daha ucuza avukat çalıştırır. Bunlar bir yandan butik büroların varlığını tehdit eder ölçülere yaklaşırken, diğer yandan yeni avukatların ya da avukat adaylarının seçeneklerini de günden güne daraltır. Diğer bir deyişle, sermayedar avukatlar geri kalan avukatları kaçınılmaz olarak işçileştirir. Köşe başlarını tutan bu avukatlar, yavaş yavaş artık işçilerin gelmek zorunda kaldığı ihtisas merkezlerine dönüşür. Güçleri arttıkça bu ivmeyi kolaylaştıracak düzenlemelere ihtiyaç duyarlar. Avukatlık Kanununda şirketleşmenin önünün açılması ya da barolara sınav getirilmesi yönündeki taleplerin artışı bu tabloda bir anlam kazanmaktadır. Elinden binlerce sayfa akademik metin geçmiş nitelikli çalışanlar düşük ücretler karşılığında işte böyle istihdam edilebilecektir.

Dolayısıyla, pasta analojisi yeni mezunlara ait bir yakınma değildir. Yeni mezun hukukçunun o pastada zaten bir payı yoktur. Yeni mezun pastanın kendisidir.

Görülüyor ki, meslekteki bu yöneliş, ücretleri düşük tutabilmek adına sadece işsiz sayısını değil, işsizlerin niteliğini de yüksekte tutmak zorunda. İş bulamayan avukat sayısındaki absürd artışı, hukuk fakültelerinin bu kadar mezun vermek zorunda olmasını buradan görmek gerekiyor. Peki bu tablo taze avukatın hayatına nasıl yansıyor? Ücrete tabi avukatın iş tanımı zamanla aslında avukat olmayı pek de gerektirmeyen işlere dönüşüyor, avukatlar katipleşiyor. Bir işçi avukat müvekkillerle günden güne daha az muhatap oluyor, bir dosyayı baştan sona takip etme ihtimali zamanla daha da azalıyor. Bir dosyanın başı ve sonu hakkında hiçbir fikre sahip olmayan bir işçi avukatın dosya için (bir ıslah dilekçesi yazmak gibi) parça başı görünümlü işler yapması oldukça tipikleşmiştir. Oysa bu avukat her şekilde aylık bir ücrete tabidir. Yazdığı dilekçe ya da yaptığı işe göre ücreti değişiklik göstermez, genellikle prim dahi almaz. Bu gidişin yönü, ABD’de olduğu gibi, hukuk mezunlarının mesleğe paralegal olarak girdiği çalışma tarzlarına benzemektedir. Bu şekilde işçi avukat, “mesleğin anlamı” şeklinde kendisine öğretilen bütün burjuva değerlerinden kopuk, ayda bir alacağı sabit bir ücret için rutin ve keyifsiz bir evrak işi gören mutsuz bir insana dönüşür. Serbest meslek tanımının gereği olan, zamanı serbestçe kullanma inisiyatifini bütünüyle yitirdiğini fark eder. Ayrıca patronuna kazandırdığı paranın çok daha azına kanaat etmek zorunda olduğunu anlar.  Mesleği seçmesine sebep olmuş idealistçe değerlerin her gün daha fazla tahrip edildiğini görür. Örneğin, bir işçi avukat, işi reddetme hakkını tamamen yitirmiştir. Bir dosyaya ilişkin işleri yapıp yapmaması sadece patronunun vicdani dünyasına bağımlıdır. Örneğin, işçi avukat bir mahkeme kalemine, patronun işi görülebilsin diye rüşvet bırakmak zorundadır. Bu konuda ne düşündüğünün ise hiçbir önemi yoktur.

Dolayısıyla, işçi avukatın vicdani tercihlerinin de, zamanı kullanma inisiyatifinin de, mesleki beklentilerinin de, çalışmasının tam karşılığının önemli bir kısmının da patrona emanet edilmesi; üretim gereçlerinin, yani büronun, müvekkilin, ilişkilerin patrona ait olmasıyla alakalıdır. Diğer bir deyişle, işçi avukatlık, “modern anlamda avukatlık” olmaktan çıkmıştır.

Bu anlatılanlar elbette ki tamamlanmış bir süreci açıklamıyor. Ama yukarıda çok yüzeysel olarak değinilen konuların geçici ve düzeltilebilir bir nitelik taşıdığı düşüncesinin aksine, mesleki eğilim kaçınılmaz olarak tekelleşmek zorunda olduğu için gidişin bu yönde olduğunu açıklama amacını taşıyor. Bir işçi avukatın patronuyla kurduğu ilişki gerçekten de birebir anlatılan tipte gerçekleşmiyor olabilir; bir çalışan bugün için kendi dosyalarını takip edebiliyor, müvekkille görüşüyor, zamanını kısmen daha serbestçe ayarlıyor, hatta nispeten iyi bir ücret kazanıyor da olabilir. Vurgulanan şu ki, bu eğilim, yani sermayenin aklı, tek tek patron avukatların bireysel aklından, uygulamalarından, iyi veya kötü niyetinden bağımsız olarak hareket eder. Adı üstünde, bu bir eğilimdir ve zorunludur, çünkü avukatlar üretim gereçleri olan bütün değerleri patron avukatlara günbegün daha fazla kaptırmaktadır. Bundan belki 10 yıl sonra bu tablo çok daha keskin bir içerik kazanmış olacaktır. Belki hukuk işlerinin çoğu oligopol hukuk firmaları tarafından görülecek, avukatların bugüne nazaran çok daha büyük bir yüzdesi işçi avukat ya da paralegal olacaktır. Bugün büyük şehirler için daha görünür olan bu süreç bütün illerde yaygınlık kazanacaktır. Çünkü avukatlığın bu kadar “ayağa düşmesi” yanlış politikalardan veya bazı insanların kötü niyetinden değil, tarihsel bir zorunluluktan kaynaklanmaktadır. Olansa yalnız işçi avukata değil, yargıçların bile dershanecilik tornasından geçmek zorunda kaldığı bu koskoca ticarethanede, hukuk aramak zorunda kalan yurttaşa olmaktadır.

Peki, gün itibarıyla tek mesleki güvencesi 4857 sayılı İş Kanunu olan, büroların çalışma biçimi yüzünden birkaç istisna dışında iş güvencesi hükümlerine tabi olmayan, sendika kuramadığı için toplu sözleşme de imza edemeyen bu nitelikli düpedüz işçiler ne yapacaktır? Bir avukat iyi bir eğitim almıştır, hayatın ve hukukun nasıl işlediğini ilk elden takip edebilmektedir, yasalardan kaynaklanan ve yasaların henüz güvence altına almadığı haklardan haberdardır, o halde haklarını savunabilmesinin önündeki engel ne olsa gerektir? Gelin adını koyalım, bu avukat örgütlü değildir.

Genellikle, sendikalar gibi çeşitli dayanışma girişimlerine cevaben, avukatların zaten bir meslek örgütüne tabi oldukları ileri sürülür. Barolar, adı üstünde işçi değil, birer meslek örgütüdür. Meslek örgütlerinde, tıpkı geçmişin loncalarında olduğu gibi “usta”, “kalfa”, “çırak” bir arada bulunur. Burada uyanıkça usta ve çıraklar ortak menfaatleri paylaşıyor gibi gösterilir. Oysa yukarıda açıklanan tablo açıkça ortaya koyuyor ki, baronun mensubu ustalar ile çıraklar taban tabana zıt menfaatlere sahipler. Diğer bir deyişle, patron avukat kesiminin yararına olan bir şey, işçi avukatların mutlaka zararınadır. Köşe başlarını tutan kesim “kaliteyi artırmak” dileğindeyse, bilin ki sadece ve sadece sömürüyü genişletmek amacındadır. Bu yüzden, yukarıdaki gidişin karşısına dikilebilmek adına, kendi hayatlarını katlanılır kılmak isteyen işçi avukatlara düşen, iki temel iş vardır:

Birincisi, meslektaşlık edebiyatının cazibesine kapılmaksızın bir İşçi Avukat olduğunu, ve bunun kimin eseri olduğunu bilmek,

İkincisi ise, İşçi Avukatlar’la dayanışmak.