Bir oy kaç oydur?

Deniz Saracer

Blog: Serbest Kürsü

“Oy Ver Lütfen” isimli kampanyanın reklam filmi yanlış hatırlamıyorsam geçen sene yapılan yerel seçimden önce çekilmişti. Birçok ünlü isim kamera karşısına geçmiş ve “Benim oyum mu kurtaracak abi memleketi?”, “Hangisine vereceksin canım, al birini vur ötekine!” gibi toplum içerisinde yaygın olarak kullanılan umutsuzluk dolu sözleri bir kez daha anımsatıp farkındalığı artırmayı ve yurttaşları oy vermeye teşvik etmeyi amaçlıyordu. Videonun sonunda ise “Oy ver! Bir oy bir oydur.” denilerek oy vermenin ne kadar kutsal bir yurttaşlık görevi olduğu hatırlatılıyordu.

Videonun son cümlesinden önceki şaka yollu ifadelerin tümünü bir kenara bırakalım ve son cümleyi bir de tersinde düşünelim. Bir oy gerçekten de bir oydur, daha fazlası değil. “Bir oy”u küçümsemek için söylemiyorum bunu elbette. Pusulaya mührü basmadan önce ve ardından zarfı sandığa attıktan sonra uğruna mücadele vermediğimiz bir oy ne bizim sesimizi duyurmaya ne de gerçek gücümüzü göstermeye yetebilir. Siyasal gücümüzü göstermek için seçim gecesi geç saatlere kadar televizyon başında oturup bize benzeyen insanların sayısını takip etmekten daha farklı bir şeye ihtiyacımız var.

Şimdi günümüze, 7 Haziran’ın yaklaşmasıyla alevlenen seçim tartışmalarına dönelim. Gezi’nin ardından silkelenen Türkiye solu tam da BHH Meclisleri ile tekrar siyaset sahnesine dönme hazırlıkları yaparken kendisini seçim gündeminin ortasında buldu. Evet, BHH bir seçim ittifakı değildi fakat bu durum seçimlerde ortak hareket edilmesinin önünde bir engel teşkil etmiyordu. Gereken tartışmalar önce meclislerde, ardından Yürütme Kurulu’nda yapıldı ve ortaya bugünkü tablo çıktı. Bileşenlerden bazıları HDP’ye destek vereceklerini açıkladı, bazıları BHH’nin kuruluş ilkelerini göz önünde bulundurarak seçilme ihtimali olan adaylara oy verme konusunda üyelerini serbest bıraktı.

Komünist Parti ise seçime parti olarak katılacağını daha önce açıkladıktan sonra geçtiğimiz pazartesi günü adaylarını tanıttı. Dünyada başka örneği olmayan şekilde adayların tamamı kadınlardan oluşuyordu. Hemen ardından gelmeye başlayan eleştiriler iki konuda yoğunlaşıyordu. İlki seçimlere parti olarak katılma kararı konusunda, ikincisi 550 kadın aday göstermenin reklam kokan bir hareket olduğuna dairdi.

Eleştirilerden ilki üzerine söylenecek çok şey var. Komünistlerin Altan Tan, Hüda Kaya, Mehmet Bekaroğlu ve Mustafa Sarıgül gibi isimler için destek açıklaması yapıp seçim çalışması yürüteceğini düşünen bir kitle olduğunu görmek fazlasıyla şaşırtıcıydı. Normal şartlarda bireyler üzerinden ilkelere yönelik tartışma yürütmenin doğru olmadığı konusunda sanırım hemfikiriz. Fakat normal şartlar içerisinde değiliz ve ortada bir ilke olmadığını göz ardı edemeyiz. Kabul ediyorum, bütün dediğimiz şey parçaların toplamından ibaret değildir. Ama ortada bütünün ortak niteliğinden söz etmeyi imkânsız kılacak ölçekte farklılıklar mevcut. Oynar başlı siyasi yapılar üzerine konuşurken ilkelerden söz etmek, mantıksız bir tercihi rasyonalize etme çabasından başka bir şey ifade etmiyor bizim için.

Gezi’yi darbe girişimi olarak niteleyenlerle, hesaplaşmamız gereken suçluları ayakta alkışlayanlarla, hayatın her alanına 610 yılının Ramazan ayından bakanlarla yan yana durmamıza imkân yok. Ekonomiyi Kemal Derviş’e emanet edecek olanlarla ve solcu katilleriyle ortak cumhurbaşkanı adayı çıkaranlarla da işimiz olmaz. Milliyetçilik ve liberalizme açık kapı bırakamayız.

Gelelim ikinci eleştiri konusuna. Barajı geçme ihtimali olmayan bir partinin 550 kadın aday ile seçime katılmasından rahatsızlık duymak anlaşılabilir bir durum değil. Seçim bildirisini okuyan herkesin göreceği gibi Komünist Parti seçimleri sosyalizmin bağımsız sesini daha etkili duyurabileceği bir süreç olarak tanımlıyor. Yani 550 komünist kadını aday gösterirken onları meclise uğurlamak gibi bir niyetimizin olmadığı açık. Kaldı ki siyasi hattımızın kadınların siyasal yaşama katılımını sayılarla ve oranlarla ölçmediği aşikâr. Kadın mücadelesini mor aksesuarlara ve 8 Mart’a, gençleri kampüslere ve liselere, beyaz yakalıları ofislere, işçileri fabrikalara hapseden bir yapının ulaşabileceği noktanın sınırları çoktan çizildi. Dolayısıyla bu hamlenin reklam kokan bir hareket olduğunu ifade ederek Amerika’yı keşfettiğini sanan siyaset ustalarının 140 karakterlik tespitleri bizim için fazla önem arz etmiyor. 550 komünist kadının aday gösterilmesi simgesel bir hareket veya halkla ilişkiler çalışması değil; kadın düşmanı dinci gericiliğe karşı açık bir meydan okumadır. Komünist Parti seçimlere barajı geçmek için değil, işçi sınıfını örgütlemek için giriyor ve bu örgütlenme hamlesinde öncü rolü kadınlara veriyor. Bu nedenle herkesin sizi oy vermeye çağırdığı bir seçimde biz farklı bir şey yapıyoruz; sizi örgütlenmeye çağırıyoruz. Hiçbir kuvvetin yenemeyeceği şeyin örgütlü bir halk olduğunu hepimiz biliyoruz.

Aday listelerine göz atsanız iyi edersiniz. Belki sizinle aynı barikata omuz veren kadınlardan birini görürsünüz. Olamaz mı?

Oldu bile.

Evet, Komünist Parti barajı geçemeyecek.

Evet, Komünist Parti’ye vereceğiniz oy bilinen anlamıyla “boşa gidecek”.

Şimdi son 12 yılda yapılan seçimleri düşünün. Verdiğiniz oy ne zaman boşa gitmedi ki? Mevcut sistemi herkes dilediği gibi tanımlayabilir: Klasik parlamenter sistem, yarı başkanlık sistemi, başkanlı parlamenter sistem ya da adı her neyse. Gerçekte yaşadığımız şey Yalçın Küçük’ün Ergenekon operasyonları sırasında polisler tarafından götürülürken haykırdığı gibi “diktatorya”dır ve meclis muhalefetinin bu diktatoryanın değirmenine su taşımak haricinde bir işlevi kalmamıştır. “Seni başkan yaptırmayacağız?” diyenlerin samimiyetine ve “En büyük hayalim başbakan olmak.” diyenlerin vizyon sahibi olabileceğine inanarak çok fazla zaman kaybettik. Aynı hatayı bir daha yapmayalım.

Başta belirttiğim gibi, verdiğiniz oy zarfa koyduğunuz pusuladan ibaret kaldığı sürece sadece bir oydur. Kime verirseniz verin, böyle bir oy zaten boşa gidecek. Canınız sağ olsun.

2013 Haziran’ında verdiğiniz emek boşa gitmesin, o bize yeter.