Emek aristokrasisi üzerine

Cem Buksur

Blog: Serbest Kürsü

Sağımız solumuz yeni yeni siyasi analizlerle doltu, taştı. Dün söylediğini bugün görmezden gelen,belli bir bütünlük gözetmeyen, kurduğu ya da kuracağı siyasi ittifaklara göre şekil değiştiren, en yaratıcı olduğu iddiasındaki bir sürü siyasi analiz türedi. Oysa yöntem, siyasi bütünlüğü korumak için vazgeçilmez. Hem bütünlüğü kaybetmemek hem de yol gösterici olarak yöntemi belirlemek açısından, tarihsel referanslarımızın dönem dönem hatırlanmasında ve güncel analizlerin bu tarihsel referanslarla yapılmasında fayda var.

Biz de bir kavramı hatırlatacağız; emek aristokrasisi.

Emek aristokrasi kavramının Korkut Boratav’ın aktardığına göre, birbiriyle ilişkili iki kulanımı var. Birinci kullanım Engels’e ait. Engels, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki İngiliz işçi sınıfı hareketini eleştirirken bu kavramı kullanıyor. Bu kullanıma göre, emperyalist devletlerin ‘süper karlarının’[1] bir bölümü, emperyalist ülkelerin işçi sınıfına,proleteryanın üst katmanına -emek aristokrasisine,  aktarılır. Bu da o ülkelerdekiişçilerin belli oranda sömürü mekanizmalarına ortaklığı anlamına gelir. Elbette proleterya- burjuvazi karşıtlığı ortadan kalkmamıştır. Ancak emperyalist ülkelerin, sömürge ülkelerdeki operasyonları (askeri, siyasi ya da ekonomik) emekçiler tarafından görmezden gelinir. Onaylanmasa bile bir karşı tepkiye dönüşmesi engellenir.

Yukarıdaki tanımın bir kısmının Türkiye’de karşığının olduğunu söylemek mümkündür. Türkiye emperyalist devlet olmamakla birlikte, belli oranda sermaye ihraç edebilir haldedir. Afrika’da, Türk kökenli ülkelerde ve Ortadoğu’da emperyalist merkezlerinde onayıyla yatırım yapma, oranın iç işlerine müdahale etme olanağı bulmuştur. O ülkelerin emekçilerine yüklenen acılar, Türkiye’deki emekçiler tarafından bir tepkiyle karşılanmamış, ‘milli çıkarlar’ doğrultusunda da desteklenmiştir. Elbette bu desteğin ideolojik yönü baskın olmakla birlikte (Türkiye’nin İslam ülkelerinin liderliğini yaptığı algısı, mazlumlara el uzattığı söylemi v.b.) buradan ekonomik anlamda da nemalanan asalak bir kesimde oluşmuştur. Sosyal yardımlar, yaşlılara bağlanan aylıklar, çeşitli vakıflara aktarılan paralar, Akp militanı ‘ev hanımı’ kadınların yürüttüğü çalışmalar (kadınların çalışma yaşamına daha az katıldığı muhafazakar kentlerde önemli bir siyasi güce dönüştüğünü söyleyebiliriz) Akp’nin aktardığı paralarla mümkün olmaktadır. Bundan daha önemlisi eğitimli emekçiler, bilişim emekçileri, fabrika ve plazaların yönetici konumundaki proleterler, doktorlar, bazı mühendislik dalları, kamuda kadrolu çalışan içiler ve memurlar, diğer emekçilere göre ülke dışındaki sömürü mekanizmalarından paylarını almaktadır. Elbette yaptıkları işin karşılığından fazla ücret aldıklarını söyleyemeyiz. Ancak diğer emekçi kesimlere kıyasla ‘daha az sömürüldüklerini’ söyleyebiliriz.

Orta sınıfın önemsediği istikrar algısının oluşturulmasının sebeplelerinden birisi de, yurt dışı sömürü mekanizmalarından gelen sıcak para akışıdır. Bunun sonucu Türkiye’deki ‘emek aristokrat sınıfının’ patron-işçi çelişkisini görmezden gelmesidir. Çünkü kendi ülkesindeki işçi sınıfından daha fazla, başka ülkelerdeki emekçileri sömüren Türkiyeli patronlar, Türkiyeli emekçiler için sorun olmaktan çıkar ya da daha az sorundur. Yeterki emekçilere payı verilsin!

Emek aristokrasisi kavramı için diğer önemli nokta, kavramın zaman zaman orta sınıf kavramı yerine kullanılmasının doğru olacağıdır. Diğer emekçi kesimlerden görece daha nitelikli bir yaşam sürme olanağı olması üzerinden tanımlayabileceğimiz orta sınıf kavramı, tüketim alışkanlıkları üzerinden tanımlanmaya daha müsait. Oysa Markist anlamda sınıf tanımlarının, tüketim olanaklarındaki farklılıklar yerine, üretim ilişkileri üzerinden tanımlanması doğru olan. Emeğini satarak yaşamını sürdürmek zorunda olması nedeniyle proleter olan orta sınıf, tüketim alışkanlıkları üzerinden bu sınıftan ayrı görünüyor. Oysa bölüşüm üzerinden yapılan tanımıyla emek aristokrasisi kavramı, üretim ilişkilerindeki konumu açıklamak açısından daha yetkin. Bu yüzden ideoloji referanslı analizlerde orta sınıf kavramını kullanmak doğru iken; ekonomik ayrıcalıklar, alınan ücret gibi başlıklarda emek aristokrasisi kavramı daha açıklayıcı.

Son olarak kavramın Türkçe çağrışım açısından, orta sınıfın nihayetinde işçi sınıfının bir parçası olduğu iddiamızı desteklediğini söyleyebiliriz. İşçi ve patron sınıfından ayrı bir sınıf çağrışımı yapan orta sınıf yerine; işçi ama işçilerden bir nebze iyi durumda çağrışımı yapan emek aristokrasisi kavramını kullanmak daha doğru.

Korkut Boratav’ın aktardığına göre emek aristokrasisi kavramının ikinci kullanımı Lenin’e ait. Lenin Emperyalizm kitabının bir çok yerinde, Birinci Dünya Savaşını destekleyen İkinci Enternasyonalist Partilere ve liderlerine dönük eleştirilerinde bu kavramı kullanıyor. Hem de emperyalistleri destelemek karşılığında verilen bir ‘rüşvet’ anlamında. Eleştiri serttir, eleştirdiği komünist partilerdir. Ancak ülkerinde iktidarı almayı hedeflemeyen, kapitalizmin düzeltilebilir olduğu iddiasını içerisinde taşıyan, kendi ülkesinin burjuvalarının çıkarını tüm ulusun çıkarı gibi gösteren komünist partilere eleştiriler sert olmalıdır.

Türkiye’de de bir çok sol, sosyalist,komünist partinin, işçi sınıfı örgütlerinin, sendikaların, sosyalist bir iktidar yerine; çelişkilerin azaldığı, o kadar da çok emekçilerin ezilmediği, biraz laik, biraz demokrat, biraz kadınlara saygılı, biraz gençleri anlayan, biraz Kürtleri hor görmeyen, kapitalizmin ilerici sermaye iktidarının! istenildiği demeyelim ama öngörüldüğü bir iktidar var. Bunun çeşitli taktiksel hesaplamalarla desteklendiği aşikar. Chp-Hdp koalisyonu, Chp-Hdp-Mhp koalisyonu, Chp-Akp koalisyonu, aman Akp gitsinde koalisyonu, Tayyip bile gitse yeter koalisyonu v.b. Hedef küçülte küçülte gelen taktiksel hesaplamalar. Kimse kendini temize çekmeye çalışmasın, Chp ve Hdp’ye verilen her desteğin, bu taktiksel hesaplamalardan birine denk geldiğini hepimiz biliyorduk. En son Akp’yi kaçak saraya çıkıp denetleyen bir Chp, Taksim mitinginde alanlardaki yerini alıp Chp’yi denetleyen sosyalistler noktasına kadar geldik. Zaten bu akıl yürütmeye göre sosyalistlerin iktidarda olduğunu söylemek abartı olmaz. Eleştiri sert oldu ama Lenin’de sertti. Hem siyasetin bu kadar taktik hamlelere sıkıştırıldığı bir dönemde, doğruda durmak bu sertliği mecbur kılıyor. Ancak sertlik ya da diğerlerine ayar verme hissiyatı bizi nitelikli bir tartışma zemininden alıkoyuyor. Oportünizm, hareketçilik, revizyonizm, voluntarizm, ekonomizm gibi kavramlarla yürütülen tartışmalar niteliği arttırmıyor. Sol literatürde küfür olarak kullanılan bu kavramlar, tartışmayı ilerletecek tarihsel referanslar yerine, daha söylenen dinlenmeden karşıya alınmaya sebep oluyor. Bu kavramların tarihsel değeri kalmıyor, bağlamından kopartılıp içi boşaltılıyor. Halbuki oportünizm, hareketçilik, revizyonizm, voluntarizm, ekonomizm her ne kadar sapma olsa da solun tarihsel kavramları. Sosyalizmin iktidar yürüyüşü bu kavramlardan kopuşla, bu kavramlarda temsiliyetini bulan siyasi tarzın terkedilmesiyle mümkün.

Gelelim emek aristokrasisi kavramına. Öncelikle yukarıdaki söylediklerimiz üzerinden, amacımızın yeni bir sol küfür bulmak olmadığını söyleyerek başlayalım. Nihayetinde burjuvasınız demiyoruz. Ancak emek aristokratlığının bir sapma olduğunu ve bugün yaygın bir siyasi tarz haline geldiğini söylemeye çalışıyoruz. Birçok sol-sosyalist yapı, nihayetinde emek mücadelesi verdiğini söylüyor. Beyanı esas alırsak bunu sorgulamak bize düşmez. Oysa verilen emek mücadelesinin, işçi sınıfının ve emeğin aristokrasisi haline geldiğini söyleme hakkımız var. Türkiye’de emperyalizmi görmezden gelerek siyaset okuması yapanlar emek aristokratlarıdır. Örneğin Kobane’deki direnişinin laik ve kadınları özgürleştiren yanını yüceltirken, bugün Ortadoğudaki Kürt Bölgelerinde inşa edilen Amerikan üslerini görmezden gelen solcularımız buruva değildir elbette ama emek aristokratlarıdır. Yine darbe sürecinde salt Tayyip Erdoğan senaryosu görüp, emperyalizmi hafife alan teorisyenlerimiz burjuva değildir elbette ama emek aristokratlarıdır. Bu siyasi yapıların emperyalizm karşıtı olduğuna eminiz. Ama emperyalizmden ‘rüşvet’ aldıklarını söylemek zorundayız.

Lenin’in tanımını bir adım ileri götürelim. Emek aristokratları Birinci Dünya Savaşının, emperyalist bir paylaşım savaşı olduğunu göremedikleri için mi emperyalizmden rüşvet almış sayılıyorlardı. Elbette hayır. Onları emek aristokratı yapan asıl solculukları, iktidarı alabileceklerini unutmuş olmalarıydı. İktidarı hedeflememenin 20. yüzyıl başlarındaki siyasi sonucu Birinci Paylaşım Savaşında, kendi ülke burjuvalarının yanında saf tutmaya sebep olmuştu. Günümüz Türkiye’sinde ise sonuçlar farklı. Düzen içi taktiksel hesaplardan yukarıda bahsetmiştik. Şimdi ise Türkiye’deki muhalif kesimlerde oluşan sivil toplumcu ve anti sınıfçı siyasi analizlerle bezeli emek aristokratlarından bahsedelim.

Türkiye özellikle son 5-6 yılında Akp’ye karşı toplumda biriken ve farklı renkler taşıyan muhalif enerjiden söz edebiliriz. Birinci Cumhuriyet diye kodladığımız rejim Akp eli ile yıkıldı ve yerine yenisi kurulamadı. Kurulamadıkçada emekçilerin, kadınların, gençlerin, LGBT bireylerin, Alevilerin, laik ve cumhuriyet değerleriyle barışık kesimin, Akp’ye olan kini artıyor. Bununla birlikte, bu saydığımız toplumsal kesimlerin yeni bir ‘istikrar’ arayışında olduğunu söyleyebiliriz. İstikrar arayışı tek başına ve örgütsüz haliyle yeni bir düzene işaret etmiyor. Muhalif kesimlerin kendi kendisine yeni bir düzen arayışına girmesi zaten mümkün değil. Ancak örgütlü bir aşıyla bu başarılabilir. Bu aşınında toplumdaki farklı muhalif kesimleri kapsayarak ve istikrar arayışına cevap vererek yapılacağı aşikar. Emek aristokratları ise iki şekilde sosyalist bir aşıyı engelliyor. Toplumdaki farklı muhalif sesleri, sosyalist bir kimlik inşasında bütünleştirmek için değiştirmek yerine; bu muhalif sesleri olduğu gibi kabul edip, her birine mavi boncuk dağıtarak, sosyalist olmayan, ne olduğu da belli olmayan kaotik bir devrim süreci tarifliyorlar. Bu tarifte en nihayetinde düzen içi aktörlerin müdahale edebileceği, kendi restorasyon çabaları için işe koşabilecekleri ya da bu enerjinin kaderci kabulleniş olarak sönümleneceği bir dizi toplumsal dinamik olmaktan öteye geçemiyor.

İkinci olarak toplumun istikrar beklentisinin bu düzende olamayacağını, sistemin kendisinin istikrarsızlık ürettiğini, nihai istikrarın kendi sınıfı için mücadele etmekten geçtiğini anlatmak yerine; kolaycı ve çok zekice formülasyonlarla istikrarın geleceğini, en baştaki adamdan bir kurtulsak ne güzel olacağını, kürt sorunu bir çözülse gerisinin geleceğini tarifliyorlar. Oysa bu tarifler sosyalistlere özgü değil. Emek aristokratlarımıza özgü hiç değil. Hatta bu tezlerin savunuculuğunda en önde gidenler yetmez ama evetçiler, liberaller. Siyaset ayrıştırarak yapılır. Kendini liberallerden ayrıştıramayan emekçi örgüt, sol siyasi analiz olmaz. Yumuşatalım, analizi emekçi olur ama aristokrattır.

Emek en yüce değerdir. Emeği savunana düşmanlık beslemeyiz. Ama emek aristokratlarına da sosyalizmi hatırlatmamak olmaz. Orta sınıf ideallerini pohpohlamak, işçi sınıfını görmezden gelmek, emekçi iktdarını hayallere hapsetmek, düzen içi aktörlerle içli dışlı olmak emek aristokratlığıdır. Kurtuluş, emek aristokratlığında değil, sosyalist iktidar militanlığında.


[1] Süper kâr: Emperyalist ülkelerdeki kapitalistlerin, çevre ülkelere sermaye ihraç ederek, kendi ülkelerindeki işçilerden sıkıp çıkardığı kârları çok aşan bir kârdır.