Cehaletin cesareti ve 'zuladaki palyaçolar'

Celil Denktaş

Blog: Serbest Kürsü

Kahramanlar terk ettiğinde, sahne palyaçolara kalır...

Heinrich Heine imzasıyla, Grenouer adlı müzik grubunun 2013 yılında çıkardığı, Blood on the Face albümünde yer alan, Alone in the Dark adlı parçanın, Max Poddubny tarafından çekilen video klibinin sonunda -şarkının sözleri ve klibin içeriğiyle pek bir ilişkisi olmasa da- yer alan bu deyiş, sınıflar çatışmasının kıyasıya yaşandığı her çağ ve yaşanmakta olduğu her toplum için geçerli sayılabilir. Deyiş gerçekten kendisine mi ait, çünkü internette taradığımız onlarca deyişi arasında buna rastlayamadık, bilemiyoruz ama Engels’in bir mektubunda Marx’a övgüyle tanıttığı o ünlü, Silezyalı Dokumacılar/Die Schlesischen Weber şiirinin büyük şairine çok da güzel yakışıyor.

Erdemin, bilginin geriye çekildiği zamanlarda cehaletin boşluğu doldurma hızı hep baş döndürücü olmuştur. Amerikaları yeniden, yeniden keşfetmeye gerek var mı? Bırakın sahneyi terk etmeyi, bir adım bile geri atıldığında pişmanlıkları aratacak kayıpların nasıl da topluma boca edildiğini bugün kırkını doldurmuş her insanım diyen insan yaşıyor. Kırk yıl, toplumların hayatında hiçbir şey. Kaldı ki, aynı yüzyıl içerisine iki büyük paylaşım savaşı ve dünyanın dört bir köşesinde yaşanmış katliamlar sığıverince...

CUMHURİYET VE 'ZULADAKİ PALYAÇOLAR'

Bu hep böyledir ve tarih boyunca idealize edilen erdemli bilgi toplumu, kahramanların kurup filozofların yönettiği cumhuriyetler, kulluktan vatandaşlığa bir türlü geçirilmeyen güruhlara eziyet ediyor diye karalanmaya başlandığında zuladaki palyaçolara gün doğar. Cehaletin, kendisine açılan makamları bir hak olarak görmeye başlamasıyla bilimi önemsiz ve gereksiz görmesi, mantığın yanına bile yaklaşmaması, hatta giderek kendine karşı ciddi bir tehdit olarak algılaması birbirinden ayrı değil. Ama asıl önemlisi, cehaleti o koltuğa oturtarak onu düzenli pohpohlayıp baş tacı yapan, ona ne olduğunu şaşırtan sınıfsal çıkarın kendi sonunu, tüm insanlığın sonuyla birlikte getirdiğini inkâr etmekte direnmesidir. Cumhuriyetin insanca yaşam hakkına getirdiği kazanımlar vs...; hep vesaire olur. Cehalet sermayenin kazanımlarına kılıf oldukça bunların önemi kalmamıştır ve insanca yaşam hakkına hiç erişememek “kader”dir artık

Oligarkların derdinin bilgi ya da bilimsellik olmadığı apaçık. Zaten “eşyanın mantığı” da bunu gerektirir. Kârlılığın artışı, sermayenin tekelleşmesi, emeğin yağının çıkartılması yanında dünyanın yaşanmaz bir mekâna dönüşmesine doğru hızla yol alınıyor olması, ya da, insanlığın kendi kuyusunu ısrarla kazmaya devam ediyor olması göz ardı edilebilir detaylardan başka bir şey değildir. Mars’ta -ya da herhangi bir gezegende- yaşam formlarının, yerleşim olanaklarının aranıyor olması şaşırtıcı mı; yoksa bilim mi?

CEHALETİN ETEKLERİNE KAPANMAK

Mesele, “cahil cesareti”yle zaten açıklanamaz, bu -her ne denli elini, ayağını artık çekmiş olsa da kalıtımsal bir rahatsızlık veren- mantığa aykırıdır çünkü diğer tarafta açıkça, “bilginin korkaklığı” sırıtmaktadır. Ve de asıl can yakan, bilginin, cehaletin eteklerine kapanmış olmasıdır. Bilgi, sermayenin karşısında çekingenliğin ötesinde nedenini kendisinin bile açıklayamadığı bir paniğe kapılmıştır. Bilgi, burjuvazinin elinde düştüğünde işte böylesi perişanlaşıyor, gerçeklikten kopuyor.

Cehaletin, önüne kim kemik atarsa onun peşinden gitmesi sanrısıysa, burjuvazinin asıl kendi cehaletidir. Çünkü o da kendisine kemik atanın peşindedir ve bunun verdiği ezikliği başkalarının önüne kemik atarak telafi ettiğini sanır. Cehaletin eklemlenerek hâkim ideoloji haline gelmesi durumundaysa kömür, makarna, çamaşır makinesi, market kartı vesairenin işe yaramayacağı ortaya çıkar. Ancak çok geçtir artık. Herkes cahilse, herkes açgözlüdür, herkes sahtekârdır, herkes hırsızdır ve acımasızdır. Cehalet cehaleti besler. Ve tıpkı Konfüçyus’un uyardığı gibi, “Hiçbir şey eyleme geçen cahillik kadar korkutucu olamaz.” Çünkü, gözü doymaz. Akıl, bilim, eğitim, vicdan çarmıha gerilir. Mürşit, paradır.

Doyurduğu kitlelerin artık peşinden gelmiyor olması da nankörlük açıklamasına bile sığmayan bir tuhaf gerçekliktir cahil için. Cehaletin bu çapsızlıkları gülünç gelebilir, hatta geçici bir şakalar dünyasından şöyle bir geçiliyor intibaını da verebilir. Ama bu izlenime, “eninde sonunda bitecek” tavizini vermeniz size aylara, yıllara mal olabilir. Saldıran köpeğe, “hoşt” diyemiyorsanız, karşı koyamıyorsanız, ısırılmayı hatta paralanmayı da sineye çekmeye hazırsınız demektir.

Cehalet artık hoş, nostaljik, zararsız, acınası bir durum olmaktan çıkınca insanlık tehlikede demektir. Yalnızca bilgilisi, akıllısı, muhalifi değil cahilin kendisi de dahil “soy”, tehlike altına girmiş demektir. İnsanca yaşama hakkını bir yana bırakın, yalnızca “hayatta kalabilmek” bile ciddi bir sorunsala dönüşür. Evet, cehaletin dibi soyun sonudur. Çünkü cehaleti adam yerine koyup onunla tartışmaya, onu ikna etmeye çalıştığınızda farkında olmadan siz de batağın içine gömülür kalırsınız.

1923'ÜN İLK BÜYÜK UYARISI

Bu cumhuriyetin kurucusu ta başından uyarmıştı, “En büyük savaş cahilliğe karşı yapılan savaştır”, ve, “Cehalet yenilmesi gereken en büyük düşmandır!” diye. Ama kazananlar ve kaybedenler arasındaki mesafe açıldıkça, kaybedecek şeyleri çoğalanların siyasi gücü arttıkça cehaletin daha yararlı bir araç olduğu hükmüne varıldı, cahillerin dizginleri gevşetildi. Malikler, mülklerini kaptırmamak uğruna kaderlerinin cahillerce giderek daha fazla tayin edilmesine boyun eğdiler. Mülkün büyüğü de küçüğü de aynı tatmini verir. Mülkün büyümesi tatmini hiçbir zaman ikiye katlamaz. Çünkü mülk sahibi olmakla zaten çıta aşılmıştır.

Sosyalizme duyulan gereksinim artık bugün, tarihte hiçbir zaman olmadığı kadar ciddi bir sorunsal olarak insanlığın karşısında duruyor. Mesele artık komünist olup olmamakta değil, mesele bundan böyle insanca yaşamı kendimize layık görüp görmememizde. Cehaleti doğuran, besleyen, büyüten, sırtını sıvazlayıp pohpohlayan, onu tutup koltuğa oturtan sosyoekonomik sistemi ortadan kaldırmak gerekir.

Ve, cehaletle tartışılamayacağını artık anlamak gerekir. Cesaretini elinden almak, tek yoldur. Bunun da güzellikle olamayacağı aşikârdır.