Ne 80’ler ne 90’lar, 50’lere dönüyoruz haberiniz var mı?

Çağlar Ezikoğlu

Blog: Serbest Kürsü

Toplumun şiddet sarmalından kurtulamaması sonucu geçirdiği cinnet halini günlerdir acıyla izliyoruz ekranlarımızda veya gazetelerde. Ve bu cinnet hali birçok uzman tarafından farklı yorumlanıyor. Kimileri 90’ları hatırlayıp derin devlet mekanizmalarının başta Kürtler olmak üzere toplumun belli kesimlerine yönelik uyguladığı baskı ve zulmü hafızalara getiriyor. Kimileri ise PKK ile TSK arasındaki çatışmaların toplum nezdindeki gerginliği arttırıp yeni bir sağ-sol çatışması prototipi oluşturacağını ve 80 öncesi dönemin hortlatılacağından dem vuruyor. Her iki teze de katılmıyorum. Öncelikle 90’larda yaşananların bir benzerinin hatta daha da ağırının özellikle G.Doğu’da yaşandığı yadsınamaz bir gerçek. Lakin o dönemki eziyet ve işkencelerin devlet mekanizması içerisinde yürütüldüğünü biliyoruz, şimdi ise karşımızda bir devlet yok, devleti kendi vücudunda hissettirmeyi ve bu vücudunu tek güç olarak topluma kabul ettirmeyi isteyen bir ‘uzun şahıs’ var. 80 öncesi dönemin geri gelmesi ise her ne kadar toplum içerisinde bir Türk-Kürt çatışması ve iç savaş hayali kuranlar olsa da pek olası gözükmüyor. Zira bahse konu çatışmayı daha da alevlendirmek isteyenler sadece bahsettiğimiz ‘uzun şahıs’ın paralı askerleri veya trollerinden ibaret. Yani burada ideolojik bir kamplaşmadan bahsetmek de pek mümkün değil. Peki ne oluyor, nereye gidiyoruz diye soranlarınız olabilir. Ben şöyle bir geçmişe dönüyorum, yaklaşık 60 yıl öncesine…

MENDERES'İN RUHU BİZE SESLENİYOR!
Yaşanan son çatışmalar akabinde Türkiye’nin birçok ilinde başta HDP binaları olmak üzere Kürtlerin yaşadıkları yerlere ve mülkiyetlerine yönelik ciddi saldırılar meydana geldi ve gelmeye de devam ediyor. Biz bunun bir benzerini 60 yıl öncesinden hatırlıyoruz. 6-7 Eylül 1955 tarihinde dönemin iktidar partisi DP’ye yakın bazı gazetelerin ‘Selanik’de Atatürk’ün evi bombalandı’ haberleriyle birlikte, gayrimüslim azınlıkların mallarına veya dükkanlarına yönelik saldırılar patlak vermiş, bu saldırılar ve yağma neticesinde binlerce gayrimüslim vatandaş zarar görmüş 12 vatandaş hayatını kaybetmişti. Dönemin Başbakanı Menderes bu çatışmaları bastırmak adına fazlaca gayret göstermemekle eleştirilirken, perde arkasında Menderes’in planlarını geçirebilmek için bu saldırıları organize ettiği söylenmişti. Özellikle bu saldırıların hemen akabinde DP iktidarı tarafından getirilen sıkıyönetim kararları ve başta komünistler olmak üzere toplumun muhalefet katmanında yer alan önemli isimlerin gözaltına alınması DP iktidarının baskıcı tutumunun başlamasının ilk fişeği olacaktı. 27 Mayıs’a yaklaşan günlerde tamamıyla kontrolünü yitiren Adnan Menderes’in ‘Tahkikat Komisyonu’ kurma, ‘Vatan Cephesi’ oluşturma gibi faaliyetleri görünürde en önemli otoriterleşme örnekleri olarak gösterilse de, esasında fikir ve düşünce özgürlüğünün tamamen sınırlandırılması, 200’den fazla gazetecinin hapiste tutulması, Menderes’in ana muhalefet partisi CHP’yi tümden yok sayma noktasına gelmesi gibi örnekler 27 Mayıs sürecini tetikleyen ana unsurlardı. Şu bir gerçektir ki toplumda hali hazırda %40’lık bir kitlenin derin sevgisine bağlı bir siyasetçi olan Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu sevginin karşılığı olarak ‘uzlaşmacı’ bir siyaset yerine ‘kutuplaştırıcı’ bir siyaset önermek zorundadır aksi halde bahse konu %40’lık desteği aynı şekilde bulamayacağının farkındadır. Aynı şekilde Menderes’te DP’ye bağlı seçmen kitlesini mümkün olduğunca konsolide etmeye ve onları CHP’ye karşı kutuplaştırmaya çabalamakta ve bu çabaların doğası gereği her geçen gün daha da otoriterleşmeye başlamıştı. İşte bugün ‘boynu kalın’ birilerinin Hürriyet Gazetesi’ni basma girişimleri ile, Menderes’i eleştiren gazetecilerin göz altına alınması ve o dönemde yine eleştirel yayınlarla çıkan bazı gazetelere yönelik sansür ve yasaklama politikaları arasında hiçbir fark yoktur. Veya bugün adına Ak-Troll dediğimiz, karşımıza çeşitli formlarda çıkan gruplar veya oluşumlar ile, Menderes döneminde kurulan ve her gün radyoda yeni üyeleri açıklanan ‘Vatan Cephesi’ arasında da hiçbir fark yoktur.

KIŞ GELİYOR, HAZIRLIKLI OLUN!
İşte burada iliklerimize kadar hissedeceğimiz Türkiye Kışı’nın önümüzdeki günlerde Gezi’den sonra bile olmadığı kadar daha da sert bir biçimde Türkiye’yi etkileyeceğini düşünmekteyim. Bahsettiğim gibi 70’lere dönme ve yeniden bir sağ-sol çatışmasını özellikle AKP’nin tabanının bahse konu sağ tabandan çok daha farklı bir kimliğe haiz olmasından ötürü bu ihtimali halen çok olası görmüyorum. Lakin özellikle 7 Haziran’dan sonra ‘yeniden bir erken seçim’ gayesi güden Erdoğan’ın başta Güneydoğu’da olmak üzere bir terör ortamını ateşlemesi bizzat kendi siyasi hayatı açısından ciddi bir tehdit içermektedir. Zira bundan sonra yine önümüzde iki ihtimalli bir senaryo var; ya Başkanlık Sistemi ile fiili ‘tek adam’lık hukuki bir boyut kazanacak, ya da artan terör olayları ve güvenlik endişeleri askeri bir darbenin tetikleyicisi olacaktır aynı Menderes’in hikayesinde olduğu gibi. Erdoğan’ın Türkiye’yi böyle bir atmosferde erken seçime götürmesi büyük bir kumardır, ve belki bu kumardan istediği sonucu alabilir 13 yıldır hep istediği sonuçları aldığı gibi. Yalnız bu kumarın bir de gerçekleşmeme ihtimali var ki (hele ki seçimlerin ertelenmesi ihtimali) işte o zaman Türkiye Kışı’nın daha da sert boyutlarını özellikle bahse konu erken seçimden sonra daha da kuvvetli bir biçimde iliklerimizde hissederiz. Ve bu kışın arkası da 27 Mayıs’ta, 12 Mart’ta veya 12 Eylül’de nasıl bahar olmadıysa yine asla bir bahar olmayacaktır. Einstein’ın bir sözüyle bitirelim; ‘Aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar beklemek aptallıktır’.