Durmak yok, kınamaya devam!

Çağlar Ezikoğlu

Blog: Serbest Kürsü

Geçtiğimiz günlerde İspanya’dan Libya’ya giden Türk şirketine ait olan Tuna-1 isimli kuru yük gemisi, Tobruk açıklarında hem karadan topçu ateşi hem de havadan saldırılar sonucunda vurulduğu ve geminin Türk vatandaşı 3.kaptanının bu saldırılar sonucunda hayatını kaybettiği Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı’nın açıklamasıyla ortaya çıktı. Tabi bu olayı takip eden kamuoyunda ‘yahu Libya ile ne sorunumuz var ki’ şeklinde şaşırtıcı bir gelişme olarak görüldü ve hatta fazlaca önemsenmedi. Fakat dışişleri politikamızın stratejik derinliğinin aslında o kadar da derin bir muhteviyat içermemesi bu tip menfur olayları da beraberinde getiriyor. Aslında Türkiye’nin Libya’ya yönelik izlediği siyaset, bu dış politikanın ne kadar çarpık ne kadar temelsiz olduğunun en iyi örneği ve bu yazıda bu örneği göstermeye çalışacağım.

Tanıdık bir senaryo
Libya üzerinden Türk dış politikasının çarpıklığına geçmeden, Libya’da neler olduğunu kısaca izah etmek gerekiyor. Libya’da Muammer Kaddafi rejiminin 2011’de sona ermesinden sonra yapılan parlamento seçimleri sonucu oluşan Genel Ulusal Kongre yönetimi devralmış ve 2014 yılına kadar Libya’nın normalleşmesi amacıyla Libya’yı idare etmişti. Demokratik geçiş sürecinin en önemli parçası olan Genel Ulusal Kongre’nin içerisinde en önemli iki kuvvet olarak Batı yanlısı Ulusal Güçler İttifakı ve Libya Müslüman Kardeşler örgütü yer almaktaydı. Tabi hem Mısır hem de bölge ülkelerde Müslüman Kardeşler’in yükselişi Libya’da da karşılık bulmuş, yeni süreçte hükümette etkin bir konuma gelmek isteyen Müslüman Kardeşler ve ona destek olan İslamcı gruplar ile Batı yanlısı gruplar arasındaki tansiyon her geçen gün artmaktaydı. Bu tansiyon 2014 yılında, bu İslamcı grupları durdurmak amacıyla askeri bir darbe yapmak için harekete geçen General Hafter’in müdagalesi ile bir iç savaşa dönüşmüştü. Libya’daki Müslüman kardeşler tarafından Mısır’da darbeyi gerçekleştiren Abdulfettah El Sisi’nin Libya örneği olarak addedilen Hafter, bu darbe girişiminde başarılı olamamış, bu darbe girişiminde dağılan Genel Ulusal Kongre’nin Batı yanlısı parlamenterleri ülkenin kuzey doğusunda yer alan Tobruk kentinde yeni bir ulusal kongre kurarak varlıklarını sürdürmeye çalışmışlar, bu yeni kurulan hükümetin başına ise Abdullah El-Sini’yi getirmişlerdir. Öte yandan, Trablus’ta kontrolü ele geçiren Libya Müslüman kardeşleri liderliğindeki İslamcı gruplar Fecr-i Libya (Libya Şafağı) adı altında birleşerek Trablus hükümetini kurmuş ve başına Ömer Hasi’yi getirmiştir. Fiilen ikiye bölünen Libya’da Tobruk hükümetini Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan desteklerken, Trablus hükümetini tanıyan ve desteklemeye devam eden ülkeler arasında Sudan, Türkiye gibi ülkeler yer almaktaydı. Bu bölünmeyi daha da karmaşık hale getiren 3.aktör ise özellikle 2014’den sonra Libya’da Sirte ve Derne kentlerinde kontrolü ele geçiren ve her iki hükümeti de tanımadığını açıklayan Irak Şam İslam Devleti yani IŞİD olmuştu. Bu senaryonun ne kadar tanıdık olduğu Suriye ve Irak örneklerinden akıllara getirilecektir muhakkak. İşte bu üçe bölünmüş bir Libya’da Türkiye’nin karmaşık ve temelsiz dış politikası Tobruk’da yaşanan vahim olayı da beraberinde getirecekti.

Stratejik sığlık
Türkiye’nin Ortadoğu’daki dış politikası şimdiki Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun ‘stratejik derinlik’ prensibi çerçevesinde şekillense de bu derinliğin aslında basit bir sığlıktan ibaret olduğunun en güzel örneği Libya. Kaddafi rejiminin devrilmesi sürecinde gerçekleşen NATO müdahalesini destekleyen hükümetin yine demokratik sürece geçişte Genel Ulusal Kongre’nin en büyük destekçisi olduğu bilinen bir nokta. Fakat Müslüman Kardeşler’in Libya’da gücünü arttırması ve onlara karşı Mısır destekli bir darbe girişiminin gerçekleşmesi Türkiye’nin yönünü Müslüman Kardeşler’in hakimiyetindeki Trablus hükümetine çevirmesine yol açtı. Tobruk Hükümetinin başında olan ve uluslararası kamuoyu tarafından Libya’nın Başbakanı olarak tanınan Abdullah El-Sani, Şubat 2015’de Türkiye’yi İslamcı grupları silahlandırmakla suçlamış ve Tobruk başta olmak üzere hakimiyetindeki alanlarda faaliyet gösteren Türk firmalarını sınır dışı etmişti. Libya’da kurulan her iki hükümete de eşit olduğunu iddia eden Türkiye’nin, Libya konusunda özel temsilci olarak görevlendirdiği Emrullah İşler’in uluslararası kamuoyunun tanımadığı Trablus hükümeti ile görüşmesi kafalardaki Türkiye’nin durduğu nokta neresi sorusuna kısmen yanıt olabilir. Yine Türkiye’nin, Trablus Hükümeti tarafından baskı altında tutulan Anayasa Mahkemesi’nin Tobruk hükümetini tanımama kararını desteklemesi esasında Türkiye’nin fiilen sadece Trablus hükümetini Libya’nın temsilcisi olarak kabul ettiğini gösteriyor.