Where is kravat?

Bekam Örün

Blog: Serbest Kürsü

Orhan Kemal'in "Yağmur Yüklü Bulutlar" kitabında yer alan "Medeniyet Yuları" adlı öyküsünü bilir misiniz?

Nerede iş bulursa kâtiplik yapan bir beyaz yakalı, arkadaşı ile bir hamama gider. Yıkanıp paklandıkları sırada yedikleri portakalın kabuğunu, çöp kutusu bulamadıklarından, kurnanın dibine bırakıverirler. İrikıyım tellak kabukları görünce hiddetlenir ve "medeniyetsizler, eşşeğiniz mi var sizin!" diye diklenir kâtip ve arkadaşına. Bu tepki kâtibi sevindirir önce. Demek demokrasi halkımıza inmiş, demek halkımız onları ezenlere karşı pervasızca kafa kaldıracak, pısırıklığı bırakıp kendi haklarını savunacak; hatta gerekirse mitingler, yürüyüşler yapacak noktaya gelmiş diye geçirir içinden. Tellağı denemeye karar verir. Kendisine göbekli bir kalantor havası verip başlar onu ezmeye. Adını, memleketini dahi doğru dürüst telaffuz edemeyen, ilkokulun kapısından girmemiş iri gövdeli cahil tellak ufaldıkça ufalır kâtibin karşısında. "Bağışla beyim, bilemedim zatınızı" diyerek  kâtipten af dilenir. Kâtip bir de "fakir fıkaranın nedense çok ürktüğü" kravatını bağlayıp tellağın karşısına geçtiğinde, iki kat artar tellağın korkusu, ezilmişliği. "Zatınız böyük bi mamürsünüz" diye kâtibin önünden arkasından dolanmaya başlar. Kâtip oyunu daha fazla sürdürmez. Güç bela inandırır basit bir kâtip olduğunu. Bu sefer tellak, "o boynundaki ne ya?" diye sorar. "Devletin mamürü değilsen..." İyiden iyiye ikna olmuştur biraz sonra tellak kâtibin de "kendinden" olduğuna. Eşit sıklettelerdirler artık. "Güleş" tutmaya karar verirler. Hemşerisini heyecanla çağırır tellak seyire:

"Mıstık lan gel."

"Bu da senin benim gibi... Boynundaki yulara kulağasma!"

Avrupa'da feodalizmin son temsilcilerinde görmüşlüğümüz var kravatı ya, esasen onların boynunda pek eğreti durduğundan olacak; kısa süre sonra o boyunlara giyotinler indirildi, her daim  jilet kabilinden esvaplarını sırtlarından ve kravatlarını boyunlarından eksik etmeyen burjuva devrimcileri tarafından. Bu taraflarda ise ümüklerini kıllı büyük ellerden ya da yağlı urganlardan kurtarmaya bakan son üç beş padişah, bir ümit "medeniyet yuları"nı geçirdiyseler de boyunlarına, muvaffak olamadılar. Pek kısa bir süre sonra, yeni esvaplı ve şık kravatlı genç burjuva devrimcilerinin iktidarlarına yönelen yağlı urgan tehditlerinden olacak, madem işin ucunda boynu kaybetmek var deyip, kaçıp gidiverdiler.

1789'dan başlayarak 1848'lere ve bizim topraklar için 1923'e değin, farklı onyılların ve yüzyılların kendine özgü kravat modelleri ve bağlama biçimleri, askeri üniformayı sırtlarına geçirmedikleri hemen her an burjuva devrimcilerinin boyunlarını süsledi; süslemekle kalmayıp "yeni" olanı simgeledi.

Türkçe'nin en güçlü romanlarından Üç İstanbul'da Mithat Cemal Kuntay,  burjuva devrimcisi Adnan karakteri üzerinden o kuşağın istibdat dönemindeki devrimci heyecanını, 1908 Devrimi ile birlikte iktidarı alışlarını ve nihayet iktidarı aldıktan sonra nasıl çürüdüklerini, nasıl gericileştiklerini anlattı. 1908 Devrimi'nden sonra Adnan ve arkadaşları iktidarın bir kulbundan henüz tutmuşken, üstlerinde eskiyi temsil eden her ne esvap varsa sıyırtıp attırıverdi onlara. Alafranga terzilerde, yeni esvap ve kravatlarıyla, yeni ve batılı ""kabuk"larıyla tanıştı Adnan ve kuşağı:

"Fakat biraz mahzundu: Her ceketin başka bir kravatı olduğunu Meşrutiyet'in ilanından sonra öğreniyordu. Terzi "Kravat görünmemelidir" deyince Adnan, göğsünden utandı. Yeşil boyunbağını boynundan çıkarırken eski tarih hocasının bir parçasından daha kurtuldu; rahat nefes aldı. Aynadaki adamdan ayrılamıyordu. Eski elbisesinin kabuğundan kurtulan adam sevimli bir hışıltı ile giydiği ipek astarlı ceketin içinde yürürken gövdesi hiçbir yere değmeyerek yuvarlanıyordu. Pantolon boru gibi durmuyor, bir uzviyetin asabi çizgileriyle sarkıyordu. Ve bu pantolonun üstünde vücudu çiçek sepeti gibi hafif hafif uçuyor, görünmeyen kravatın tepesinde çehresi matlaşıyordu. Terziden çıktığı zaman nikbindi."

Peki sadece burjuva devrimcileri mi? Genç Marx'tan başlayarak ve Lenin'e, Mustafa Supyi'ye, Nâzım'a değin bizimkilerin boynundan da hiç eksik olmadı ki bu boyunbağı. Aydınlamadan, insandan, işçi sınıfının tarihsel çıkarlarından yana taraf olanlar her daim yeni kıyafetler içinde, pırıl pırıl olmayı tercih ettiler; Nâzım'ın "Gömlek, Pantolon, Kasket ve Fötr" şiirinde pek güzel anlattığı üzere.

Diğer yandan, burjuvazinin bir sınıf olarak gericileşmesi ve işçi sınıfının tarihsel çıkarlarının karşısına dikilmesiyle, feodal sınıfların boynuna giyotinler indirenlerin aksesuarı kravat da artık -bırakın kravatı, sırtına geçirecek çuvalı zor bulan geniş emekçi yığınlarının gözünde- sömürüyü, zoru, baskıyı, çürümeyi temsil eder hale geldi. Geç Türk burjuva devriminin kapitalizmden yana kullandığı gerici sınıfsal tercihleri ise, Avrupalı türdeşlerinden yaklaşık yetmiş beş yıl sonra kravatın bu topraklardaki kaderini de geniş emekçi kesimler gözünde çok benzer bir noktaya taşındı; Orhan Kemal'e yukarıda bahsi geçen öyküyü yazdırdı.

Şimdi, sosyalizmin çözülüşünden bu yana dünyada esen gericileşme dalgası emekçilerin önemli bölmelerinin sınıf aidiyetlerini dahi onlara unutturup kendisi ile birlikte çürütürken, temsil ettikleri burjuvazinin kendi devrimlerinin emekçiler lehine olan en ufak kazanımlarının dahi üstünü çizmeye yeminli, cehaleti erdem mertebesine yükselten aydınlama düşmanı iktidarlar, çürüttükleri emekçi sınıflara dönüp diyorlar ki:

"Ben de sendenim... Boynumdaki yulara kulağasma!"

Anti-komünizmin ve burada aynı anlama gelmek üzere liberalizmin ağızlarına sakız ettiği "asık suratlı bürokratizm" zırvasından ve postmodernizmden güç ve rüzgar alan sol liberaller sıraya girdi kravat meselesinde önce. "Ufuk"ları piyasanın kurallarıyla sınırlı olan, devletin sahibinin kim olduğunu unutup, burjuvaziye hiçbir kin duymaksızın salt ayakları havada bir devlet düşmanlığı ile hareket eden, pek garip solculuk anlayışına sahip bir güruh, bu ucube anlayışın yegâne temsilcisi olarak "meclise Ufuk gerek" gazıyla ve büyük umutlarla Ufuk Uras'ı meclise soktu. Meclis kapısında o dönemki yoldaşları polisten dayak yerken dahi kayıpları oynayan Uras'ın o günlerden akıllarda kalan tek "eylemi"; "kendi kravatımı da bu boyunduruğu da meclise hediye ediyorum arkadaşlar umarım yasaksız kılık kıyafet yasağının olmadığı bir meclisimiz olur" diyerek kravatını çıkarıp genel kurul kürsüsüne asıvermesi oldu. Kitabında burjuvaziye husumet yazmayan Uras, ceberrut devletin suratına kravatı çarpıvermişti işte. Ufuk isyanlardaydı. Ufuk bahtiyardı.

Boyun bağının sınıf bağını koparıp ceberrut devlete kırbaç eyleyen sadece Ufuk değildi. Pek az bir zaman sonra Ufuk'un yeni sosyal demokrasi dalgasına binerek, kapitalizmin yarattığı yıkımından ziyadesiyle hoşnutsuz emekçi kesimlerin umutları üzerinde sörf yapan yoldaşları çıktı sahneye Yunanistan ve İspanya'da. Kravata ek olarak bir de Avrupai kemerden nefret eden Yunanistan'ın emekçi halkına kravat ve kemer gevşetme vaat edip, "Ben de sendenim. Boynumda yular mular yok!" diyerek iktidara gelen kravatsız Çipras hükümet etmeye başlar başlamaz -kravatı ve kemeri burjuvazinin ve AB'nin suratına çarpmak ne kelime- emekçilerin kemerlerinde yepyeni delikler açtı. Özelleştirme delikleri, işsizlik delikleri, kesinti delikleri, mezarda emeklilik delikleri... Bir diğer kravatsız kardeş Podemos'un ise Haziran'da ikinci kez gerçekleşecek seçimlerden sonra kravatları ve kemerleri İspanyol burjuvazisinin suratına suratına aşk etmesini bekleyebileceğimiz herhangi bir veri elimizde mevcut değil.

Tarihsel olarak hakkını verip yerli yerine koysak da, bu yazının yazarının kişisel tercihler düzleminde kravatla, geçmiş lise günleri ve bazı düğün dernekler hariç, herhangi bir bağı bulunmuyor. En ufak bir sempati beslemediğim bu erkek aksesuarı ile ilgili düşünmeye ve bir de üzerine yazı yazmaya iten ise, üç beş gündür pek çok kişinin zihninde dönüp duran, akıllara zarar o İngilizce cümle oldu.

Bir ülkenin cumhurbaşkanının, komşu ülkenin kravatsız başbakanına, kusursuz bir İngiliz aksanı ve kravatsız öğrenciyi azarlayan bir lise müdürü edasıyla ettiği o cümle:

"Where is kravat?"

Söz konusu manzaraya şahit olduktan sonra azarlayan ile azarlananın gerek kişisel aksesuar tercihleri, gerekse de dünya görüşleri bakımından gece ile gündüz kadar zıt olduğunu düşünüyorsanız, iki usta illuzyonistin numarasını bir güzel yediniz demektir.

"Ben de sendenim, boynumdaki yulara kulağasma" diyenle "ben de sendenim; boynumda yular mular yok" diyen iki kardeş illuzyonistin, dikkatleri boyun bölgesine çekip, numaranın döndüğü esas alan olan emekçilerin kemer bölgesinden dikkatleri kaçırması, bu illuzyonistlerin, bir diğer deyişle, burjuvazi adına hükümet edenlerin pek eski ve pek bayat bir numarası olduğunu kimse size söylememiş demek ki.

Ya da birileri size tüyoyu ısrarla vermiş de siz yine inatla hokkabazın boynuna bakmışsınız.

Hokkabazların dikkatleri kaçırmaya çalıştığı yöne ısrarla bakanlar mı...

Gün geldiğinde, Orhan Kemal'in Devlet Kuşu romanındaki Mustafa gibi çarpacaklar kravatı patron Zülfikar'ın suratına.

Sadece Zülfikarlar değil, bütün Mustafalar en güzel kıyafetleri dilediğince kuşanabilsin diye...

"(...)

Ve benim iki fötrüm,
iki milyon fötrüm, ancak
her
proleter
gibi,
Borsalino-Habik-Mosan-Mançister
tezgahlarının sahibi
olursam-olursak-olacak!...
Ve ilaaaaaaa,
Laaaaaaa!!!!!!!...."