Vedat Türkali'nin ardından...

Bekâm Örün

Blog: Serbest Kürsü

Zorunlu askerliğini yapanlar ya da onların bitmek bilmeyen askerlik anılarına maruz kalanlar bilir. Anılara kaynaklık eden tüm tuhaflıklıklarına rağmen, askerlik sıkıcıdır. Tek düzedir. Hemen her gününüz birbirinin aynıdır. İnsanı -okumak insan olmanın şartlarından biriyse- kitaba ulaşamadığı ölçüde, kurutur.

Kuruduğum günlerden birinde haberini almıştım o günlerde 90'lık olan komünistin yeni romanının çıkacağını. “Yalancı Tanıklar Kahvesi”.  O sıralar Vedat Türkali İmralı'ya mütemadiyen selam gönderiyor muydu, hatırlamıyorum; ama newroz öncesi, newroz, newroz sonrası, Abdullah Öcalan'ın doğumgünü  derken, Diyarbakır'da bizim tüm çarşı izinlerimiz “kilitleniyor”du. Hapisane koruması jandarmalar olarak hapistik. Sadece biz mi; ülke toptan ergenekon diye benzemezler torbasına doldurulup zindanlara tıkılıyor, cumhuriyet tasfiye ediliyordu. Mecburi mensubu olduğum TSK kaynıyordu. Kuruyan sadece ben değildim; zaten 12 Eylül'den beri çeşitli cendereler içerisinde budanan ve yaprak döken Türkiye aydını, bu karşı devrimci saldırıya tepki vermemek ya da daha fenası saldırının sırtını sıvazlamak suretiyle kurumaya iyice yüz tutmuştu. Böyle bir durumda Türkali'nin romanına ulaşmak ise hayati bir umuttu, çölde suydu ve ben ulaşamıyordum.

Sonra nasıl oldu, çarşı izni kopardım; soluğu bir  kitapçıda aldım. Romanı, Vedat Türkali'nin ağzından konuşan felsefe öğretmeni Nedim'in, solun dinle barışması gerektiğini salık  veren bildik tezlerine “bugün de bunlar söylenir mi” diye  kızarak; ama yine de bir solukta, büyük bir zevkle ve umutla okuduğumu hatırlıyorum. Umut duyduğum, dar anlamda tekil bir romanın niteliğinden ya da tartışmaya açık şu ya da bu tezinden çok, ülke aydınının bir kısmının da yaşa başa bakmadan, her şeye rağmen, bu topraklara sıkı sıkı tutunma, üretme inadı ve iradesi göstermesiydi.

Aydın, zifiri karanlıkta üretmeye devam ediyorsa, umut oluyor. Feneriniz oluyor. En ufak kuşku yok. Fakat tersi de geçerli. Çok kısa bir süre sonra Vedat Türkali ismi ve Türkali'nin bir süredir “geliyorum” diyen “flaş” güncel siyasi çıkışları, güncel romanlarının, önceki romanlarının hatta kişisel mücadele tarihinin önüne geçmeye başladı. Devirdiği çamların altına TKP'yi de sokmaya kalkınca, kırıldık ve kızdık; çok kızdık. Kırgınlığımızın, kızgınlığımızın, üzüntümüzün sebebi basit örgüt fetişizmi değildi kuşkusuz. Ülkenin bir inatçı aydını, kurumayan kaynağı, emekçilerin biricik umuduna kontrolsüz salvolarla alenen giydiriyordu.

Pek az bir süre sonra, “yalancı tanıklar kahvesi”nin gedikli müdavimlerinin arasında, AKP'ye yüz sürenlerin, yetmez ama evet diyenlerin ortasında, Tayyip Erdoğan'a giden mektupların imza kısmında gördük adını. Oradaki ad Vedat Türkali değil de örneğin Orhan Pamuk olsa üzülmezdik, kırılmazdık ki biz. Kavga ederdik, kıyasıya kavga ederdik yine. Hep yaptığımız gibi. Ama içimizden bir şeyler kopmazdı.

Peki. Ama şimdi geçelim artık bunları. Geçelim; çok da ciddiye almayalım. “Çok yaşlanmıştı, biraz saçmaladı” kolaycılığına sığınarak söylemiyorum bunu. Yaşamının sonuna düşürdüğü Yalancı Tanıklar Kahvesi'nin Ufuk Uras silüetli lanet olası güdük gölgelerin boyu, onun bir komünist olarak uzun yaşamı boyunca verdiği mücadeleyi; ama daha da kıymetlisi ardında bıraktığı, romanımızın en iyi örneklerini gölgelemeye yetmez, demek istiyorum. Bu gölgeyi düşüren, Vedat Türkali'nin bizzat  kendisi olsa dahi yetmez.

Yazarları, yaşamlarının sonuna doğru verdikleri bize göre olumlu ya da olumsuz güncel siyasi tepkilerden ibaret sayamayız. Yazarlardan arda kalan, hele de göçüp gittiyse, yaşam boyu ortaya koydukları yapıtların, verdikleri mücadelenin ve aldıkları tutumların bileşke vektörlerinin son kertede gösterdiği yön oluyor. Vektör son kertede ya bizim tarafı gösteriyor, ya karşı tarafı. Ya da ortada tir tir titriyor.

Artık Vedat Türkali fiziken yok. Ve artık Vedat Türkali adı hayatının son döneminin yukarıda özetlediğim kısa kronolojisinden ibaret değil. Şimdi Türkali'yi güncelin baskısından kurtarma, onun romanını, senaryosunu, şiirini ve mücadelesini yerli yerine koymanın zamanıdır.

Türkali'nin bileşke vektörü, son kertede, yürüdüğümüz yolla aynı istikameti göstermektedir.

Çünkü Vedat Türkali, Karanlıkta Uyananlar'ın “biz kurduk bu fabrikayı, kazanlarını biz yaptık. Yıktırmayacağız. Karşınızda biz varız, biz. Memleket karşınızda!” diye haykırarak fabrikalarını patronun elinden çekip alan işçileridir.

Mavi Karanlık'ın örgütsüz, dejenere küçük burjuva aydınının “beli çatlak teknesi”ne binmeyen, “dosdoğru yol”dan fabrikasına giden işçi İbraam'dır.

Neredeyse romandan çıkıp etten kemikten aramıza karışacak kadar gerçek ve güzel Günsel'idir Bir Gün Tek Başına'nın. Yepyeni bir kuşağın pırıl pırıl sosyalisti, örgütçü ve aydın Günsel'i. “Bir gün tek başına” kalmayalım diye.

Adresini arayan, Parti'sini arayan, TKP'sini arayan genç komünistlere fenerdir Vedat Türkali romanları. Dün de bugün de.

Ve Vedat Türkali, bir 1 Mayıs günü TKP kortejinin en önündeki pankartının üzerindeki burjuvaziye açıktan meydan okuyan o dizenin sahibidir; o pankartın ardında biriken on binlerce aydınlık yüzle birlikte:

“Haramilerin saltanatını yıkacağız.”

Sözümüz olsun...