Zamanın Gürültüsü: Şostakoviç mi ödlek, Barnes mı sahtekar?

Ayhan Keser

Blog: Serbest Kürsü

1992’de ilk basımı Bulgarca yapılan Oklukirpi ile Todor Jivkov’un yargılanmasını “anında” masaya yatıran İngiliz yazar Julian Barnes kendini bir soğuk savaş çocuğu olarak tanımlarken nesnelliğe değil öznel katkısına işaret ediyormuş anlaşılan. Soğuk savaş pozisyonunu sürdüren Barnes son romanı Zamanın Gürültüsü ile büyük Sovyet besteci Şostakoviç’in hayatından üç kesiti ele alıyor.

Romanın üç bölümü de her seferinde şiddeti artan “bütün bildiği bunun en kötü zaman olduğuydu” cümlesi ile başlıyor. Tüm kitap boyunca çekilen “çileler” bu bölümlerdeki gerilimlere yerleştirilmiş.

İlk bölüm olan “sahanlıkta”da yıl 1936. Mtsenkli Lady Machbeth operasının Stalin tarafından ortasında terkedilmesiyle başlayan korku dolu günler… Öylesine bir korku ki bu, Stalin eseri beğenmedi ve Pravda’da eser “Müzik Yerine Karmaşa” adlı başyazıda ağır şekilde eleştirildi diye Şostakoviç bir kampa götürülmeyi ve orada ölmeyi beklemeye başlıyor. Hem de ne bekleme; elde çanta, takım elbise giyilmiş, NKVD üyeleri gelip onu götürürlerken çocukları ve karısı zarar görmesin diye asansör kapısının önünde günlerce sabahlatan cinsten.

Kitabın izleklerinden olan iktidarla konuşmalar ne kadar önemli bilemiyorum ancak, bu konuşmalarda Şostakoviç’in korkudan tir tir titreyen biri olarak resmedilmesi inanılır gibi değil. Bu kadar korkak bir insan nasıl olur da büyük bir içsel enerjiyi açığa çıkarması gereken eserler yazabilir? 

Bu soruyu yanıtlamasa da Barnes kahramanının bir ödlek olduğunu bizzat kendisi yazıyor. “Ödlek olmaktan başka şansı olmayan bir ödlek olarak Şostakoviç”, bu kadar zulme rağmen gıkını çıkarmıyor. İyi de neden? Bu sorunun yanıtı yok.

Bu sefer Stalin’in “zorlaması” ile katıldığı ve ABD’de gerçekleşen barış konferansındayız. Mecburen katıldığı her halinden belli olan Şostakoviç, CİA’den para aldığı bilinen Nicolas Nabukov’un aşağılamalarına maruz kalıyor. Aşağılama şu şekilde gerçekleşiyor: Nabukov Şostakoviç’e o dönemki Sovyet müzik politikasının unsurlarını anlatıp “buna kişisel olarak katılıyor musunuz” diye soruyor. Böylece Şostakoviç’in inanmadığı şeyleri devlet zoruyla papağan gibi tekrarlamak zorunda kalan bir zavallı olduğu kanıtlanmış oluyor. 

Bu sahne ve aşağılamayı doğru kabul edecek olursak romanın iç tutarlılığı açısından bir başka aşağılamayı görmemiz kaçınılmaz: Şostakoviç ilerleyen sayfalarda gerçekten inanmadığı şeyleri devlet zoruyla papağan gibi tekrarlayan bir zavallı olarak sunuyor kendini iç konuşmasında. Aslında Barnes açıkça Nabukov’un haklı olduğunu ve Şostakoviç’in korkak bir zavallıdan başka bir şey olmadığını söylemiş oluyor.

Şostakoviç’i yalnız bir ödlek olarak resmetmiyor Barnes. Sovyetler Birliği ile dost olan sanatçıları da ağır şekilde suçluyor Barnes’ın “Şostakoviç”i. Sovyetler Birliği ile dostça ilişki kuran Andre Malraux, Paul Robeson ve Bernard Shaw Şostakoviç tarafından hariçten gazel okumakla  suçlanıyor. Burada da durmuyor “Şostakoviç”, görsel sanatlardan pek anlamadığını kabul etse de “Picasso’nun orospu çocuğunun teki ve bir korkak olduğunu biliyordu.” Gerçeği konuşamayanlar adına konuşmak yerine “zengin bir adam gibi Paris’te ve Güney Fransa’da oturup o iğrenç barış güvercini defalarca resmedip durmuştu. O kanlı güvercinin görünüşünden tiksiniyordu.”

“Şostakoviç”in zılgıtından payını alanlar arasında Jean-Paul Sartre da bulunuyor. Bir keresinde oğlu Maksim’le telif hakları bürosuna gittiklerinde “büyük filozofu, veznedar gişesinin önünde ayakta, kabarık ruble tomarını büyük bir dikkatle sayarken görmüşlerdi.”(sf. 138-39)

Kitap aslında küçük bir kısmını aktardığım örneklerle dolu ve açık şekilde George Orwell izleri taşıyor. Kitapta Stalin’den sürekli “Büyük Önder ve Baş Dümenci” olarak bahsedilmesinin nedeni de bu. Keza Oklukirpi’de de “İlk Önder” ve “İkinci Önder” gırla gidiyordu.

Barnes’ın çizdiği Şostakoviç portesine duyduğum öfke onu sahtekar olarak suçlamamın tek nedeni değil. Bütün antikomünistler gibi süslü bir dille yalanlar söylüyor yazar. Pravda’daki “Müzik Yerine Karmaşa” yazısını büyük ihtimalle Stalin’in kendisinin yazdığını söyleten Barnes, o yazıyı yazanın David Zaslavsky olduğunun bilindiğinin farkında değil mi? Yoksa basit bir gerçeği saklayarak kurgusunun inandırıcılığını mı artırmaya çalışıyor?

Ayrıca kitapta Nicolas Nabukov’un CİA için çalıştığını bilen Şostakoviç, romanda “suçladığı” aydınların McCarthy soruşturmaları ile neler çektiğini bilmeyecek miydi? Nazi zulmünden kaçıp ABD’ye yerleşen onlarca müzisyen, yazar ve sanatçının komünist oldukları için yargılanıp sınır dışı edildiklerini duymayacak mıydı? Romanın sonlarında sürdürülen ahlaki iç tartışmada en azından ilk suçlamaları yaptığını iddia ettiği Şostakoviç, yanlış yaptığını bile kabul etmeyecek kadar alçak mıydı?

Şostakoviç’in “gerçek” hayatından bu kitaba sığmayan parçaları sıralamaya gerek görmüyorum. Türkçe çıkan eleştirilerin tümü nasıl da incelikli şekilde bir bestecinin dramının resmedildiğinden bahsedince yazmak farz oldu. Örneğin, Ömer Türkeş’in dediğine göre, “Zamanın Gürültüsü’nde Şostakoviç’in -bilinen- hayat hikâyesine büyük bir müdahale yok”muş! Oysa kitap temel olarak daha sonra içinde en az 15 tane yanlış olduğu kanıtlanan ve yazarı Şostakoviç değil Solomon Volkov olan Testimony adlı paçavraya dayanıyor. Kimsenin bunları bilmediğini mi sanıyorlar anlamak mümkün değil.

Peki, son olarak, bu yazdıklarımla bir romana tarihi tüm gerçekliği ile ortaya koyma görevi mi yüklüyorum? Böyle bir algı oluştuysa bunun kaynağı bizzat Julian Barnes olmalı. Çünkü kitabın sonunda yazdığı not ile romanın gerçeğe uygunluğunu kendisi iddia ediyor ve kitap hakkındaki okuduğum tek eleştirel değerlendirmeyi kaleme alan Richard Taruskin’in de belirttiği gibi bir roman yazarının özgürlüğünü ve bir tarihçinin otoritesini aynı anda istiyor ancak ikisi için birden çabalasa da hiçbirini başaramıyor.