İmkansızı göstermenin siyaseti

Ali Şahan Kuru

Blog: Serbest Kürsü

Bu yazı 1 Mayıs 2015’de Komünist Partili bir grup eylemcinin polis barikatlarını stratejik savaş hamlelerine benzer bir hamleyle aşarak kısa bir sürede olsa meydana çıkışları ve adaletsizliğe karşı müzakere ile edinilecek onursuz bir uzlaşı yerine kutsal bir başkaldıraya evet diyebilme cesaretini göstermiş olmaları üzerine yazılmıştır. Bu küçük grubun söylemler, vaatler ve gerçekler arasındaki boşluğu görünür kılan ve güncel siyasetin hasıraltı ettiği o boşluğu ciddi bir politik manevra alanı haline gelebileceğini gösteren eylemleri; neredeyse ütopik bir karamsarlıkla karşılanıp, serüvencilikle yaftalanırken, pratikte olmakta olanın, kara bir farsa dönüşmüş politik temsillerin ardındaki hakikati bize göstermesi bakımından umut verici bir direnişin, mağradan çıkışın hala mümkün olduğunu göstermiştir. Bu bir anlamda Susan Buck-Morss’un deyimiyle ‘zamanın ruhuna katılmaktansa onunla mücadele etmek’ Benjamin’in ifadesiyle ‘tarihi kaynağına doğru sürmekti’. Mutlak kazanmanın tek baskın değer olduğu böyle bir düşünme evreninde, ele geçenlerin kendini kapatması elbetteki kaçınılmaz.

Oysa potansiyel değişim, devrimci arzu nesneleşerek kendini tamamlayan kazanımlarda değil, henüz gerçekleşmemiş olanın, sürekli daha iyiye doğru bir atılımın yarattığı olasılıklar alanı içinde deviniyor. Bu sürekli olarak hareket eden bir praksis, teori ve pratiğin kendilerinden herhangi birşey feda etmeden bir araya gelişi. Pers kuşatmasına direnen Spartalıların savundukları şey tarihçilere göre toprak şairlere göre ise özgürce yaşama ve söyleme hakkıydı. İşte bu ikili okuma ile, bir eylemin açığa çıkarttığı aktüelleri pozitif tarih, sabit birertanıma, ideolojik bir kuruluş için bir rezerv, bir hammaddeye dönüştürdü. Saklı tuttuklarını ise şiir, aydınlık ve karanlığı aynı anda içinde barındırabilen bir potansiyaliteye, gerçek bir özgürlüğe açılabilen bilince sundu.

M.Ö. 480 yılında, II. Pers kuşatmasına karşı duran Yunan birlikleri, sıcak sülfür kaynaklarının aktığı ve Hades’in yeraltı dünyasının kapısı olduğuna inanılan Thermopylae geçidinde karşılaştılar. Pers ordusu (kaynaklar muhtelif olmakla beraber) 100.000 ile 300.000 arasında olduğu söylenen devasa bir orduydu, buna karşı Yunanlılar, şehir devletlerinden toplanan ve Homeros’a göre içinde şairler, zanaatçılar, çiftçiler gibi profesyonel olmayan savaşçılarında olduğu yaklaşık 7000 kişiydi. Bu savaş çok değil on yıl önce Antik dünyanın en önemli savaşı sayılan, Marathon’da,Yunan demokrasisini, Pers imparator Darius’un kibri ve tiranlığından korumak üzere bir araya gelmiş Atinalıların kazandığı kahramanca zafere karşı, yenilen Perslerin intikam hamlesiydi.

Kuşkusuz ki bu savaş, dünyada belirli bir toprak parçasını korumak için girişilmiş bir mücadeleden çok, bugünkü düşünme biçimimizi belirleyen önemli bir eşikti. Persler kendi güçlerinden o kadar emindiler ki, Yunanlıların direnmeden şehri teslim edeceğini düşündüler. Ama umulmadık bir şey oldu ve Yunan ordusu atağa kalktı. Yunan komutanın dahiyane stratejisi sayesinde çok az kayıpla Persleri savuşturmayı başardılar. Geri çekilen Perslerin bu kez Atina şehrine saldırmasından endişe eden Yunanlılar, Marathon’dan Atina’ya 42 kilometrelik yolu koşarak katettiler ve şehirlerini savundular. Atinalılar daha sonra tanrılara bu zafer adına şükranlarınısunmak için bugün hala yerinde duran ve Yunan sanat ve mimarlığının doruğu sayılan Parthenon tapınağını inşa ettiler.

Fakat bundan daha önemlisi, Perslere direnmemiş ve teslim olmuş olsalardı, Yunanların tarihte sadece bir dipnot olarak yer alabilecekken, direniş ile beraber bütün bir batı düşüncesini oluşturacak denli güçlü bir kültürü ve düşünme biçimini yaratabilmiş olmalarıydı. Thermopylae savaşına geri dönersek, Marathon’da yenilen Darius’un oğlu Xerxes’inbaşında olduğu Pers kuvvetleri bu kez Yunanlara galip gelmeyi başaracak ve yaklaşık bir yıl süren Pers işgali başlayacaktı. Thermopylae savaşının Yunan’lılar için esas önemli olan tarafıise muharebeyi kaybetmiş olmalarına karşı, savaşı bir inanç, irade ve kahramanlık destanına dönüştürerek kazanmış olmalarıydı. Bedeni savaş meydanında bulunan ve hırsını alamayan Xerxes’in başını gövdesinden ayırdığı Sparta Kralı Leonidas’ın kemikleri kırk yıl sonra Thermopylae’ye geri getirildiğinde, adına dikilen anıtın altında, silah bırakmalarını isteyen Perslere verdiği şu cevap yazıyordu:

Molōn labe (Gel de Al)

Thermopylae savaşı başta Simonides olmak üzere birçok şair tarafından, onurun zaferi olarak yüceltildi ve uzun yıllar erdem, cesaret ve her ne koşulda olursa olsun doğru olanı yapmanın ahlaki ödevi olarak  kuşaktan kuşağa aktarıldı. Örneğin Kavafis Thermopylae savaşçıları için söyle sesleniyordu;

Şereflendirin onları,

hayatlarını Thermopylae’i müdafaa etmeye adamış olanları,

doğruya asla ihanet etmeyenleri,

tutarlı ve adaletlidir tüm yaptıkları

ama aynı zamanda hüzünlü ve bağışlayıcı,

zenginliklerinde cömert, yoksulluklarında yapabildiğince yardımsever, her zaman doğruyu söyleyen ve kin beslemeyen yalancılara

ve daha büyük bir onur haktır onlara,

sonunda Ephialtis’in kendini göstereceğini,

ve Med’lerin geçeceğini evvelden görenlere(birçoğunun gördüğü gibi)[1]

Eskilerin deyimiyle efkar-ı umumiye’de radikal bir dönüşüme sebep olacak bir başka önemli direniş örneği de, M.S.203 yılındaki erken hristiyanlık döneminde Kartaca’da inancından vazgeçmediği için Romalılar tarafından esir alınıp, şehir arenasında infaz edilen Perpetua adındaki 22 yaşındakigenç bir annenin hikayesidir. Romalılar, iktidara ve onun tasarladığı düşünüş biçimlerine karşı durabilecek her türlü düşünceyi şiddetle bastırıyorlar ve sorumluları halkın önünde gerçekleştirilen infazlarla öldürüyorlardı. Adli suçluların arenada gladyatörler tarafından öldürülmesini adeta kendinden geçerek izleyen halk, özellikle de düşünce suçlusu ,boyun eğmeyen iktidar karşıtlarının infazlarında kullanılan hayvanlara parçalatma gibi şok edici vahşi gösterileri en önden izleyebilmek adına arenalara hucüm ediyordu. Perpetua’da henüz Romalılar tarafından çarmıha gerilmesinin üzerinden çok vakit geçmemiş olan İsa’nın öğretilerini benimsemiş genç bir hristiyandı.Esir alındığında henüz doğum yapmış bir bebek annesi olan Perpetua, arenaya çıkıp inancından vazgeçtiğini ve imparator Septemus Severus’a sadakatını ilan ettiğin takdirde affedilerek çocuğuna bağışlanacaktı. Perpetua bu teklifi reddetti, Kartaca zindanlarında yazdığı iddia edilen günlükleri günümüzde hala kilise tarafından kullanılan Perpetua’nın bizim hikayemiz için ilginç olan tarafı ise, arenada vahşi bir ayıyla dövüştürüldükten sonra son darbeyi vurmak için gelen gladyatörün kılıcını tutup kendi elleriyle boynuna götürmesi ve aşağılayıcı olması, göz dağı vermesi için yapılan bir infaz biçimini, o anda epik bir kahramanlığa ve umut verici bir direnişe dönüştürmüş olmasıydı. Perpetua’nın ölümü, itaatsizliğin cezalandırılmasından çok, vahşi ve despotik bir yönetiminin karanlık yanını bir anda gözler önüne seren, tabiri caizse iktidarın içini dışına çıkaran kritik bir dönüşüme uç vermişti. Perpetua’nın hızla yayılan hikayesi beraberinde hristiyanlığında aynı hızda yayılmasına neden oldu. Hristiyanlık Perpetua’nın ölümünden yüz yıl sonra İmparator Constantine’nin hristiyanlığını ilan etmesi ardından bir imparatorluk dinine dönüşecek, Perpetua’nın adı ise hiç bitmeyen, sonsuz anlamındaki perpetual kelimesine dönüştürerek toplumsal hafızadaki yerini alacaktı.  

Tarih, iktidar ve onun köleleştirici zulmüne direnenler arasında buna benzer birçok hikaye ile akıp gider. Bu ilk bakışta iktidarı ele geçirme mücadelesi gibi görünmekle birlikte, direnişcilerin daha içsel güdülerle, yaşamı bütünsel olarak savunmasıyla sıradan bir iktidar mücadelesinden ayrılır. Örneğin eşit bir yaşam için adalet savunusu ile toplumsal nizam yada düzen, aynı anlamda değildir ve aynı biçimde savunulamaz.Bu açıdan bakıldığında özgürleştirici bir direniş her şeyden önce düzen için adaleti paranteze almaya teşne olan devletle belirli bir mesafeyi korumak demektir.

Bu noktada Alan Badiou’nun Özgürleşmenin Politikası (politics of emancipation) adlı çalışmasında kavramsallaştırdığı olay ve durum düşüncesi kritik bir anlama eşiğinin geçilmesini sağlayabilir. Badiou; müzakereye dayalı siyaset yapma biçimini mevcut düzenin aksayan yanlarını düzeltme imkanı olduğunu fakat asla yeni ve daha adil bir düzenin yerleşmesini sağlamayacağını söyleyerek siyasette özgürleşme için radikal bir pratiğin elzem olduğunun altını çizer. Olay işte bu radikal siyasetin kendini toplumsal olarak gerçekleştirdiği anlarda ortaya çıkan bir kırılma anıdır. Durum ise statu quo’nun yani mevcut halin kendini muhafazası demektir. Örnegin durum kelimesinin ingilizce karşılığı olan state aynı zamanda devlet anlamına da gelir.

Burada durumu, olayın mekanı yada olayı canlı bir ana taşıyan zemin olarak düşünmek gerekmektedir. Badiou’nun sözleriyle olay; ‘ancak devletin gücünden çalabildiği ölçüde gerçekleşir’. Paris komünü ya da Mayıs 68 veya bizden bir örnek vermek gerekirse Gezi direnişi bir olay’dır. Çünkü düzenin ve dolayısıyla tarihin doğrusal ilerleyişinde kırılmalar yaratarak bu kırılmalardan, beklenmedik ve sayısız oranda bir olasılıklar ağı yaratırlar. Bu Witgeinstein’in ‘an’ın içindeki çılgınlık olarak nitelediği dönüştürücü, devrimci potansiyellerin açığa çıkmasıdır. Bir yandan da rasyonel aklın mikro düzeyde özne üzerindeki tahakkümüne karşı, radikal biçimde devrimci olan arzunun ikame edimesidir.

Muhtemelen bu sebepledir ki yukarda örneğini verdiğim iki hikayede, tarihçilerden çok şairler ve sanatçılara konu olmuştur. Olay’ın özgürleştirici yanı,ötekilik yaratmayan ve kendi farkını karşısındakinin farkına vararak farkeden düşünce biçimlerinin gelişmesi bir arada direnmenin ve gücünü birbirinden almanın tek pratik yöntemi olarak karşımıza çıkmasıdır. Temel amaç kısa süreli yaşam ortamlarını somut olarak kurmak ve onları daha üst düzeyde bir tutkuya dönüştürmektir. Gezi direnişinin gerçekleştirdiği tam olarak da budur. Pet şişeden kask yapmak, bir metropolun içinde inşaat bareti ve deniz gözlüğünden bir direniş kreasyonu yaratmak, duvar yazılarında görülen kinizmin yarattığı mizahın devrimci gücünün farkedilmesi gibi bir çok yaratıcı düzen bozucu örneğe bu süre boyunca şahit olduk. Gezi parkında süren komünal yaşam kapitalist işleyişi kesintiye uğratan ‘geçici otonom bölge’nin uygulama örneklerinden birisi oldu.“Gündüz Clark Kent Gece Supermen”lik yapan direnişçiler aynı zamanda çalışma hayatının içindeki hakim ilişkilerin ortasında bir çatlak yaratıp o çatlaktan arzunun ve tutkunun kendi hallerinde ortaya çıkmasına neden oluyordu. Badiou, olaydan türeyen tutkunun sürekliliğe dönüşmesi için bir fikre (idea) evrilmesi gerektiğini söyler. Bu anlamıyla bir fikir “her zaman yeni bir hakikatin tarihsel olarak mümkün olduğunun olumlamasıdır.” Yani olaydan türeyen fikir aynı zamanda radikal siyasetin öznesini de tarihsel bir aidiyete bağlar.İşte bu noktada tarihsel aidiyet kendini ancak olayı yaratacak radikal eylemi gerçekleştiren siyasal öznenin cesaretinden doğru oluşturabilir.

Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta daha ortaya çıkar, durumu kesintiye uğratacak olan eylemcinin, olay anındaki iradesinin tek yönlendirici oluşu ve bu iradeye olan sadakatın aynı zamanda olaydan arta kalacak olan fikre  sadakatinde kaynağı oluşu. Buradaki sadakat örneğin tek bir partiye yada örgüte bağlanan sadakatten çok kolektif mücadelenin bir parçası olarak hakikat sürecine bağlanmaktır. Yani radikal siyasetin öznesi sadece edimiyle bir sıfat değil aynı zamanda ediminin bağlandığı tarihsel aidiyetiyle de bir irade beyanında bulunarak olayın gerçekleştiği zamanı aşan bir hakikati temsil eder.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, topyekün özgürleşmeyi güden bir siyaset anlayışı, eylemin kendisi ile tarihsel olarak taşıdığı fikrin arasındaki kurulacak bir düşünüş biçimine işaret eder, bu hem radikal siyasetin öznesinin tekilliğini korurken hem de o tekilliğin barındırdığı evrensel tahayyülü gerçekleştiren olayı mümkün kılar. Badiou şöyle diyor:

Politik mücadeleler, isyanlar, devrimler yapısal etkiler, sonuçlar değil, anlardır ve anı yakalamak, koşulları adlandırmak bize düşer.Ama an, politik mücadeleler toplumsal çelişkileri anlatır ve içine alır.İşte bunun içindir ki bir isyan hem tekil hemde aynı zamanda evrensel olabilir.


Alain Badiou, Komünizm İdea’sı, Bir İdea Olarak Komünizm, çev. Ahmet Ergenç ve Ebru Kılıç, der. A. Badiou ve S. Zizek, Ayrıntı, İstanbul, 2011

Alain Badiou, Felsefe ve Politika Arasındaki Gizemli İlişki, çev. Murat Erşen, Monokl, İstanbul, 2011

[1]Kavafis, Collected Poems, Princeton University Press, 1992 tarihli baskısından alınma. Edebiyatçılardan affına sığınarak bu şiirin çevirisini ben yapmaya çalıştım.