Sosyalistlerde ideolojik kuşatmaya bağlı gelişim bozuklukları ve deformasyon - 1

Ahmet Şahin

Blog: Serbest Kürsü

Üç ayrı örgütten üç sosyalistiz. Kilyos sahilinde oturuyoruz. Arkadaşlardan biri, kendisiyle aynı şirkette çalışan bir kadından söz ediyor. Kadın AKP’liymiş, ama pek belli etmiyormuş. Neredeyse hiçbir tartışmaya katılmıyormuş. Ve bunu anlatan arkadaşa göre en doğrusunu yapıyormuş. Çünkü o kadın, bir muhafazakar olarak “Sarıyer gibi bir yerde” oturuyormuş ve bunun çok ceremesini çekmiş... bunun... Neyin? AKP’li olmanın. Sarıyer gibi bir yer derken ne demek istediğini anlamadım. Bir AKP’li için hiç de kötü bir yer sayılmaz. AKP’li olmanın Türkiye’de ne ceremesi olabileceğini merak ettim tabi. Sarıyer’in hangi mahallesinde oturduğunu sordum, söyledi. Öyle pek de solcu ağırlıklı bir mahalle sayılmaz. Bolca AKP’li de var. Zaten nerede yok ki. Ne cereme çekmiş peki? ... muhafazakar kimliğini pek dışa vuramamış. Neden? Ne olurmuş vurursa? Dincilik genellikle insana yarar getirir oysa. İşe girersiniz, çocuğunuza burs bulursunuz, belki erzak yardımı alırsınız. Paranız varsa zaten önünüz açılır. Bağlantılar kurar, ihaleler alırsınız.

O AKP’li muhtemelen sinsi bir tip. Kendisine yararlı görmediği için bir siyasi tartışmaya girmiyor. Zaten tartışmaya girecek birikimi de yoktur. %90’ı AKP’li bir mahallede yaşamadığı için pek öyle sesini yükseltmemiş. Konuşsa, etrafta itiraz edecekler var. Sözünün üstüne söz söylerler. Aslında bundan başka da çekeceği bir cereme yok. AKP’liye cereme çekmiş diye üzülen ise bir sosyalist. Denizler’den mi söz açalım, İbrahim Kaypakkaya’dan mı? Onbeşleri mi anlatalım, Sivas’ı mı? Sadece AKP’liye üzülen arkadaşın bağlı bulunduğu geleneğin ödediği bedelleri yazsak ciltler tutar. O arkadaşın kendisi de hiçbir şey yapmamışsa, son bir kaç ayda soluduğu gaz yeter ceremeden söz etmeye. Dinci gericilik ise özellikle 12 Eylül’den beri her türlü mekanizmayla desteklenen, ordusuyla sermayesiyle ABD’siyle tüm düzen aktörlerinin el birliğiyle besleyip büyüttüğü bir güç. Sınırsız para kaynaklarına ve çıkarlar ağına dayanan ve 12 yıldır da iktidarda olup, kadrolaşmadık tek kurum, yaşamımızın el atılmadık tek bir alanını bırakmayan bir güç. Öyleyken bizim sosyalist arkadaş yine de kendini koymuş, AKP’liye üzülüyor, bir AKP’linin çektiği ceremelerden söz ediyor. Güler misin ağlar mısın… gel de sinir sahibi olma. Ama kızmakla da olacak iş değil. Anlamak lazım. Empati kurmuş olmak için değil tabi. Mücadele etmek için.

Ben bu acayipliği içerisinde yaşadığımız siyasi ve ideolojik kuşatmanın sosyalistlerde yarattığı deformasyonla açıklıyorum.

Kapitalist bir toplumda sosyalist olmak, siyasal, ideolojik, hatta kültürel açılardan kuşatma altında yaşamak ve mücadele etmek anlamına geliyor.

Önce bu kuşatma dediğim durumu betimlemeye, sonra da bunun sosyalistler üzerinde yarattığı etkileri göstermeye çalışacağım. Sonra da tabi “kuşatmaya karşı ne yapmalı?” Sorusuna yanıt arayacağım. Kuşatma, hayatın her alanında gözlemlenebiliyor. Ama tek tek her bireye ve her kesime eşit şiddette ve aynı biçimlerde etki yapmıyor. Bu nedenle betimleme işi zaten zor. Sonuçlarını incelemek daha da zor, çünkü sonuçları beş-on değil, bin türlü. Bir bireyde ya da grupta farklı, başkalarında farklı sonuçları oluyor. Ve bu sonuçlar birbirine görünüşte hiç de benzemeyebiliyor. Bu nedenle burada birkaç örnek verip, genel bir fikir oluşturmaya çalışacağım.

Türkiye’de bir sosyalist, kendisine pek çok açıdan yabancı, hatta düşman bir çevrede nefes alıp vermek durumundadır. İktidara zaten karşıdır. Getireceği fiziki baskıyı ve çeşitli riskleri geçtim, Bu, toplumun geniş bir kesimi ile ideolojik ve kültürel düzlemlerde de karşıtlık içinde olmayı beraberinde getirir. Ama daha kötüsü sosyalist, sadece iktidara değil, muhalefete de karşıdır. Muhalif kesimleri heyecanlandıran ve tatmin eden çözüm önerilerini eleştirmek zorundadır. Millet çare Sarıgül der, o Sarıgül’e saydırır. Millet anti-kapitalist Müslümanları görünce heyecanlanır, o onları da beğenmez.

Kürt hareketi “barış sürecinden” heyecanlanır, o sorunlara işaret etmek zorundadır. Millet IŞİD geliyor diye panikleyip, sarılacak yılan aramaya başlar, o soğuk kanlı olun, işin içinde iş var der. İlla muhabbete turp sıkacak... Dahası var. Arkadaşlarıyla sinemaya gider, herkes bayılır filme, bizimki beğenemez. Ya da en azından bazı temel noktalardan eleştirir. Çok satan kitaplarda bir halt olmadığını bilir, okumaz. Çoğunluğun sevdiği şarkıları sevmez. Çoğunluğun önemsediği şeyleri önemsemez, önemsemediği şeyleri önemser. Herkesle birlikte sevinmez. Herkesle birlikte öfkelenmez. Bazen herkesle birlikte üzülebilir ama genellikle tam olarak aynı şekilde değil. İş yerinde, okulda, aile içinde, herkesin konuştuğu konuları saçma bulur. Onun konuları da başkaları için ilginç değildir. Kendisinin kafa yorup, okuyup, emek harcayıp, gerçeklikle sınayıp savunduğu düşüncelerin, sağdan soldan duyulmuş iki üç çocukça cümleyle “çürütüldüğünü” görür. Yaygın olduğu için doğru sayılan önyargıları bir türlü kıramaz. üç gün öncesiyle üç gün sonrasını göremeyen sığlık, karşısına gerçekçilik diye çıkartılır. Başka konularda, özellikle de küçük bireysel çıkarlarını kollamak konusunda son derece yetenekli ve akıllı olan insanların, iş siyasete geldiğinde aptal kesildiğini, ısrarla cahil kalmaya çalıştığını şaşkınlıkla görür. En basit gerçekleri ve akıl yürütme biçimlerini yeniden yeniden açıklamak zorunda kalır. Giderek öfkelenir. Bu kez de “hiç töleranslı olmamakla”, bağnazlıkla suçlanır. Kendisine o kadar da yakın gördüğü biri, “sen de hiç kimseyi beğenmiyorsun” der. İşte bu, iktidarın hiçbir zaman yapamayacağı bir baskı türüdür. Düzeni meşrulaştıracak ideoloji, tüm topluma salgılanır. Tek tek bireylere, doğrudan araçların dışında bir de tüm toplum aracılığıyla ulaşır. Bireyler onu birbirlerine, herhangi bir bütünlük ve bir genel amaç gözetmeksizin taşırlar. Ama sağdan soldan duyulan, çeşitli biçimlerde muhatap olunan küçük düşünce ve tavır parçacıkları, iç tutarlılığı yüksek olmasa da kararlı bir bütünlük oluştururlar yine de.

Sosyalist bireyimiz de aynı toplumda yaşar. Gittiği yolun yol olmadığı, “ütopik” olduğu, ya da tamamen saçma olduğu daha o yola girmeden önce kendisine söylenmeye başlanmıştır. Bu karşı propagandanın 100 farklı çeşidi yavaş yavaş kulağının arkasında birikir. Herkesi şekillendiren ideolojik mekanizmalar onun üzerinde de çalışmış, toplumun soluduğu egemen ideolojiyi o da solumuştur doğduğundan beri. Tüm bunların bazı sonuçları olacak elbette. Mücadeleyi bırakanlar ya da düpedüz dönenler konumuz dışı. Sözünü ettiğim basıncın en önemli sonucu, sosyalist mücadeleye zarar veren, kendi kendinin kurdu, sosyalistlerin üzerindeki ideolojik kuşatmayı içeriden tamamlayan ilginç bir solculuk türünün ve bir solcu tipinin, ortaya çıkması değil ama yaygınlaşmış bulunmasıdır.

Deformasyon, kuşatma karşısında ayakta kalma amacıyla geliştirilen tepkilerin sonucu olarak ortaya çıkar.

Nasıl? Şöyle ki: çoğunluğun yönelim ve tercihleriyle sürekli çelişki halinde bulunmak yorar. İnsan, kendisini kalabalığın bir parçası olarak hissetmeye ihtiyaç duyar. Ama sosyalistlik de öyle kolay kolay bırakılamaz. Haklılığı ortada bir kere. Hem aykırı olmanın da kendine göre bir tadı yok değil… sosyalist kalmak lazım. Ama “hiç kimseyi beğenmemek” olmaz. Bazılarını da beğeneceksin mecburen. Beğenecek kişi ve ürün bulmak, siyasette görece zor, ama sanatta daha kolay olur. Önce ikincisinde, sonra da birincisinde çıta düşer ister istemez. İnsan, üzerindeki basıncı azaltmak ister ve bunun için yollar arar, uzlaşma noktaları bulmaya çalışır. Basıncın en fazla yoğunlaştığı konumlarda bulunmaktan kaçınmaya başlar.

Geri çekilir, ya da hiç ileri çıkmaz.

İnsanlar kolay kolay değişmiyorsa, onları bırakır ne halleri varsa görsünler.

Kendisini o kadar da zora sokmayacak solculuk türlerine yönelir. Zora sokacak olanlardan neredeyse içgüdüsel olarak uzak durur. Savunulması kolay şeyleri savunur. Bu noktada gelişkin düşünce başa beladır. Az bilmek, düşünceden kalan boşluğu duyguyla doldurmak iyidir, esneklik katar. Toplumun çoğunluğuyla uzlaşamamak, bir yerden sonra en azından solcuların çoğunluğuyla uzlaşma ihtiyacını dayatır.

Azınlıkla uzlaşmak, çoğunlukla uzlaşmaya göre daha kolaydır ve meşru sayılır.

Çoğunlukla, genellikle kolay görünür olmayan uzlaşmalara gidilir. Azınlıkla uzlaşmanın sonuçları ise siyasal düzlemde kolaylıkla gözlemlenebilir.

Solcular arasında herkesin şu veya bu biçimde kabul etmek zorunda olduğu önkabuller yaratılır. Dışına çıkılması hoş karşılanmayan sınırlar belirlenir.

Herkes aynı mahallenin çocuğudur. Her gün aynı kahveye takılırlar. Gerçi bol dedikodu döner ama kahvede olmanın rahatlatan bir yanı vardır. Mahallenin kahveye pek takılmayan aykırı çocukları ise birinci dedikodu gündemini oluşturur.

Engels’in, kendi zamanının ütopyacılıktan beslenen ortalama sosyalist ortamını tanımlayış biçimi, bizim buralara da epeyce uygun düşüyor.

“Onların hepsine göre, sosyalizm, salt gerçeğin, sağduyunun ve adaletin dışavurumudur” Engels, bilimsel bir temele dayanmayan, dolayısıyla da herhangi bir nesnel tartışmaya olanak tanımayan bu sosyalizm anlayışının, “seçmeci, ortalama” bir sosyalizm ortaya çıkardığını anlatıyor: “bir kanının en çeşitli renklerine izin veren şaşırtıcı bir karışım; farklı çığırlar açanların en az itiraza yol açan eleştirel demeçlerinin, ekonomik teorilerinin, toplumun geleceği konusundaki tasarılarının şaşırtıcı bir karışımı; tek tek bileştirenlerinin belirli keskin kenarları tartışma akıntısında tıpkı bir derede yuvarlaklaşmış çakıllar gibi aşındıkça daha da kolay kükreyen bir karışımı” (1)

Toplumun çoğunluğu karşısında düşülen konformizm ise her ne kadar daha üstü kapalı olsa da daha belirleyicidir.

Örneğin, sosyalistlerin toplumun en açık kafalı, tartışma kültürüne en fazla sahip olan kesimi olmalarına rağmen, sık sık duyulan şu bağnazlık suçlaması hayli etkili olur. Bu, genellikle pek bir şey düşünecek birikime sahip olmayanların, işlenmiş ve bütünlüklü düşünceden duydukları hoşnutsuzluğu yansıtır. Ama bunu ikide bir duyan sosyalist, doğru olmasından endişelenir. Ve bağnaz damgasını yememeyi giderek her şeyden çok önemsemeye başlar. Bağnaz olmadığını çevresine ve kendisine kanıtlamak için kendi tarafını en çok o eleştirir. Ayrıca eleştiri dalgasının önünde durup onu göğüslemek zordur. Yana çekilir. “ben o sosyalistlerden değilim ki…” “valla alakam yok” hatta “allah o Stalin’in belasını versin. Siz bilmiyorsanız durun ben size anlatayım ne kadar kötü olduğunu.” Anti-komünist propagandaya gerçekten inanır, çünkü inanmanın ve onu yeniden üretmenin, kendini “temize çıkarmak” gibi bir işlevi vardır. Böylece sorumluluktan kurtulunmuş olur. Bu nedenle bizim sosyalistler arasında, sosyalistlerin ne kadar da halktan uzak olduklarından söz eden, halka yabancı bir dil kullandıklarından yakınan, ülke siyasetinde hiç de önemli bir yer tutmadıklarını adeta coşkuyla anlatan yazılar ve konuşmalar çok makbul sayılır. Hatta sosyalistlerin elitist olduğunu, zaten doğuştan kemalizmle bulaşık olmak gibi bir ilk günahı taşıdıklarını iddia edenler çıkar. Ve bu türden saçmalıklar, eğer çok abartılı bir dille ifade edilmemişlerse genellikle pek itirazla karşılaşmazlar. Sosyalistleri eleştirmek, açık görüşlü olmanın olmazsa olmazlarından sayılır. Burada bir not düşmeliyim. Elbette Türkiye solu içerisindeki siyasal konumlanışları temelde psikolojik analizlere dayanarak açıklamıyorum. Eleştirdiğim ortalama solculuk tarzının asıl üreticisi elbette sol liberalizmdir. Sol liberalizm 80’li yıllardan bu yana, sosyalist ideolojiye karşı çok yönlü bir saldırı yürütmekte. Ancak bu saldırının ortalama sosyalist kitlede neden bu ölçüde etkili olabildiğini açıklayabilmek için başka şeylerin yanında yukarıda sözünü ettiğim kuşatmayı da dikkate almak gerektiğini düşünüyorum. Kuşatmanın basıncı, sosyalistleri kıvama getiriyor. Zemin liberalizmin sunduğu kolaycılığın yayılmasına müsait.

En başta sözünü ettiğim arkadaş AKP’ye sonuna kadar karşıydı. Ama “mütedeyyin” insanların ezilen bir kesim olduğunu o kadar çok duymuştu ki artık bir parça da olsa inanıyordu buna. Yaygın kabul ve tercihlerin birini reddederiz, ikisini reddederiz, üçünü reddederiz, 100’ünü reddederiz. 101’inciyi reddetmek artık o kadar kolay değildir.

Herkese hakkını veren, herkesi anlayan kişi olmak, her şeye muhalif olmanın yarattığı endişeyi hafifletir. Bunun daha abartılı örnekleri, bir çeşit, sosyalistliğinden dolayı özür dileme psikolojisine varır.

Bağnaz damgası yememek için kendi kendisini herkesten önce ve herkesten çok eleştirmeye alışan sosyalist, kendisi dışındaki kesimlere de sonsuz bir empatiyle yaklaşır. “Muhafazakar insanlar” –kemalist sayılmamak için dinci gerici yerine muhafazakar demek şarttır- ne de çok ezilmiştir.

Kürtler ölürken, kendi bulunduğumuz konumdan –başka hangi konumdan olacaktıysa- onlara akıl öğretmek çok yanlıştır. Evet, herkes sosyalistlere akıl öğretme hakkına sahiptir, ama sosyalistler kimseye gözünün üstünde kaşın var diyemez. Bunun tek istisnası kemalistlerdir. Yalnız onlar bu yüce gönüllü yaklaşımdan mahrum bırakılırlar ve her türlü alayı hak ederler. Onlara sonuna kadar tepeden bakılabilir. Nedeni de açık. Bir dalgaya binip kemalistleri eleştirmek kolay. Hem de son derece “devrimci” bir retorikle. Hem kalabalığın bir parçası, hem de muhalif olursunuz.

Sadece bireyler değil, birer siyasal özne olması beklenen örgütler de kuşatmanın belirlenimi ile davranıyor. Bu da kolaycılığın bir başka türü. Çoğu sosyalist yapı, Ortalama kabullerle çelişmeyip, kendilerinden bağımsız olarak oluşmuş bulunan dalgalara binerek, bir bakıma meşruiyet satın almaya çalışıyor. Bunun da doğalında tabanı etkileyen konformizmin daha da derinleşmesinden başka bir sonucu olmuyor.

Peki durum gerçekten bu kadar kötü mü? Değil. Yapılabilecekler var. artık ne yapmalı? Sorusuna gelmek gerekiyor. Ama hepsini bir yazıya sığdırmak olanaksız. Sol Portal editörlerinin affına sığınarak Bu yazının ikincisini yazmak gerekecek.

1 - Friedrich Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Sol Yayınları, 7. Basım, Eylül 1993, sayfa 69-70, Eriş Yayınları tarafından düzenlenmiştir. [email protected]