1980’den 2015’e “Parlamenter Rejim”in serüveni

Ahmet Celal

Blog: Serbest Kürsü

Bakanlar bugün cumhurbaşkanı’nın huzuruna çıkacak. Bir “de facto durumu”, yani fiili olarak bir rejim değişikliği yaşanıyor. AKP’liler bunun anayasa ile verilmiş bir yetki olduğunu söylüyorlar. Bu yolla rejim değişikliğinin üzerini örtmeye çalışıyorlar. Ama şunu belirtmeliyim ki bugünkü olay, bir kırılmayı ifade etmiyor. Olan olağandır. Neden mi?

Hikaye 1980’de yaşanan kırılmayla başlıyor.

Anayasa’nın yapılması öncesinde ve evresinde cereyan eden siyasal gelişmeler, kavgalar, mücadele eden aktörlerin yenilgisi ve zaferleri anayasal düzenin genetik  kodunu oluşturur.  1982 anayasasının da genetik kodunda, 1960’ta yapılan hatanın bir daha tekrar edilmemesi yazar. Yürütme yargı yoluyla denetlenmemeli, yargı ve yasama yürütmenin yolunda pürüz oluşturmamalıdır. Neoliberal politikalar hayata geçirilirken, iktidar kritik noktalar dışında sınırlanmamalı, kitlelerin kendi geleceklerine sahip çıkma iradesi olarak tanımlanabilecek politizmin de önüne geçmelidir. 1982 Anayasası’nın temel kaygısı budur. Egemenlere bol gelmemelidir.

Alexis de Tocqueville, Büyük Devrim, 1789 yılında yapıldı, çünkü, zaten yarı yarıya yapılmıştı, der. Tocqueville meseleyi iktidarın merkezileşmesi kapsamında değerlendiriyordu. Tespiti doğrudur. AKP’ye uyarlayabiliyoruz. Karşı devrim AKP’den önce zaten, yine merkezileşme anlamında, yarı yarıya tamamlanmıştı. Parlamenter rejimin beslendiği kaynaklar AKP’den önce zaten kurutulmuştu.  Şimdi, 2015 ocağında eksik kalan son prosedürü de hayata geçirmeye çabalıyorlar. O yüzden bugünkü mesele bir kırılmayı ifade etmiyor Türkiye’de. Bu yazının amacı da zaten bu noktaya nasıl gelindiğini tartışmak.

Carl Schmitt, parlamenter rejimlerin temelini tartışmanın ve kamusallığın oluşturduğunu söyler. Burada kastedilen tartışma yine Carl Schmitt’in ifadesiyle, karşı tarafı rasyonel argümanlarla bir şeyin doğru olduğuna ikna etmek veya bir şeyin doğru ve adil olduğu konusunda ikna edilmeye hazır olmak amacının hakim olduğu görüş alış-verişidir. Parlamento, bu tartışmanın hem bir uğrağı hem de örgütleyicisi olan yerdir. Parlamentoda görüşülen bir karar, tüm toplum sathına (bürokrasi dahil) yayılır, günlerce tartışılır ve en son bir karar olarak parlamento’da son bulur. Bu tartışma tüm tabanın politize olması sonucunu doğurur. “Devletin tepesinde bir keman çalındığı zaman, oynamaya koyulmamalarını nasıl bekleyebilirsiniz?”

1980’ler en başta bu politizmi yani tartışma olgusunu ortadan kaldırdı ve onu basit bir formaliteye indirgedi. Çünkü Sermaye sınıfı devletten, taleplerinin hızlı, istikrarlı ve güvenli bir şekilde karşılanmasını ister. Topluma yayılmış tartışma ise buna engeldir. Çünkü bir karara halkı da kattığınız zaman bir sözleşme halini alır ki bu da halkın taleplerinin gündeme gelmesi ve alınan kararlarda halkın söylediklerinin de etkili olması anlamına gelir. Hayır, alınan kararlar bir sözleşme niteliğinden ziyade dayatma olmalı. Kitleler ideolojik saldırılarla kandırılmalı, kandırılamadığı yerde (sol) marjinalize edip fiziksel olarak saldırmalı ve etkisizleştirmeli. Yani kısaca keman’a kimse kulak vermemeli ve danslar son bulmalı. İşçi sınıfının kazanımı olan haklar ancak bu sayede kolaylıkla ellerinden alınabilirdi.

Kapitalist düzlemde, bahsettiğimiz tartışma kavramı Carl Chmitt’in deyimiyle, “modern merkezi ısıma sistemine bağlı radyatörlerin üzerine, ateşin harıl harıl yandığı yanılsamasını yaratmak için alev desenleri çizilmişçesine fuzuli bir dekor gibi yararsız ve hatta sıkıntı veren bir etki yaratmaktadır. Carl Schmitt bu satırları 1920’lerde yazıyordu. Parlamenter rejimin bir krizi olarak değerlendirmekteydi. Sınıfsal bakışın yoksunluğu, bunun bir çöküş olduğunu görmesini engelliyordu.

Her ne kadar, parlamenter rejim varlığını burjuva devrimlerine borçlu olsa da, burjuvazinin onu yıkmak için uğraştığı gerçeğini değiştirmiyor. Mesele çok basit, sömürmek ve hükmetmek isteyen her yapı mutlak iktidara ve dolayısıyla mutlak yürütme gücüne sahip olmak ister. Feodalizmde bu doğrudan uygulanabilirken, kapitalizmde burjuva devrimlerine eşlik eden aydınlanma ve onun doğal sonucu olan siyasallaşan insan/yurttaş/rasyonel birey bunun önüne geçmektedir. Burjuvazi, devrim için açtığı kanallardan aydınlanmacı değerlerin sızmasını engelleyemiyor.

Buradan kamusal tartışma ile yürütme hızı arasında bir ters orantı olduğunu not düşmeliyiz. Parlamenter rejimler toplumun tartışmasından dolayı yavaş işleyen rejimlerdir, kararlar ancak tartışma olgunlaşınca çıkar. Diktatörlükler ise hızlıdır. Karar bir günde çıkar ve derhal uygulamaya konulur. Parlamenter rejimlerde kamusal tartışma yürütmenin hızını düşürür hatta oluşturulan kamuoyu baskılarıyla yasama ve yargının üzerinde bir basınç yaratarak yürütmeyi durdurabilir. Neoliberal politikaların uygulanabilmesi için ne kadar tehlikeli bir sistem. 30 yıldır siyaset düzleminde ortadan kaldırmaya çalıştıkları yapı işte buydu. Apolitizm ancak böyle mümkün olabilirdi. Yürütme güçlenecek, yargı yürütmeyi belli noktalar dışında denetleyemeyecek yasama organı ise, sermaye düzenini meşrulaştıran bir araç olmaktan öteye gidemeyecekti. 30 yıldan beri çıkan kanunlar, çubuğu sürekli yürütmeye büküyorlardı. Yürütme hem hızlandı hem güçlendi. Yani  rejim  AKP’den önce zaten yarı yarıya tasfiye edilmişti. AKP bunu tamamladı ve bugün de üstüne tüy dikiyor.

Parlamenter rejimin ortadan kalkmasının bir diğer koşulu ise kurumların bağımsızlığını ortadan kaldırıp, yürütmeye bağlanmasıdır. Tartışmanın yokluğu hastalıklı bir siyasi atmosfer yaratır, niteliksiz kişilerin devletin başına geçmesine olanak sağlar. Niteliksiz iktidar kadroları da bir eğilim olarak, niteliksiz yani çürümüş insanları devletin başına atar. İşte devlet içinde, bu niteliksizliğe karşı fırtına bu yüzden kopmuyor. Kurumlar toptan çürütüldüğü için. En iyi örnek, Danıştay kuruluş yıldönümünde TBB başkanının azarlanmasına Danıştay başkanının sesinin çıkmamasıdır. Çıkmadığı gibi Feyzioğlu’nu suçlayıcı bir açıklama da yapmıştır. Atamasını iktidarın yaptığı bir bürokrat, varlığını ona borçlu olduğu için ona karşı çıkamaz. Ruhunu kendisini oraya getirene satmıştır da diyebiliriz, meslek haysiyetinin yerine minnettarlık oturuyor. Bu durumu, yani sinmişliği, korkaklığı ve niteliksizliği tüm kurumlara uyarladığımızda sadece bir döküntü yığını ortaya çıkıyor. Kapitalizm, siyasal düzlemde çürümüş ve döküntüleşmiş bir siyasal rejimi doğuruyor.

Ama bu her zaman sermaye sınıfı lehine işlemiyor tabii ki. Yarattıkları düzenin bir de aşil topuğu var. Yürütme erki bu kadar güçlenirse, ona egemen olanın da büyük bir nüfuzu ve yaptırım gücü olur. Araları bozulursa kriz olur. Bu kadar güçlü bir adamı, birden oradan indiremezsiniz.   

Şimdi bu durumla karı karşıyalar. Başları gerçekten dertte. Planlarını hayata geçirirken, apolitikleştirmeye çalıştıkları insanların elinden parklarını aldıklarında ses çıkarmayacaklarını düşündüler. Öyle olmadı. 30 yıllık planları bir haziran sabahında yerle bir oldu. Bu kadar güçlendirdikleri yürütme erki, ona egemen olunduğunda nasıl bir sonuç doğuracağını şimdi gördüler. Restorasyon yoluna girdiler, ama korkuyorlar. AKP’yi düzenin içinden çıkardıklarında, çorap söküğü gibi düzenin çözülmesinden, akp düşerken tüm düzeni beraberinde götürmesinden korkuyorlar. Şimdi kitlelere sempatik görünen gericilerle ittifak yaratmaya, yükselen ve tekrar meşruiyet kaynağı haline gelmeye başlayan sola, solculara afyon verme niyetindeler. Sermaye sınıfı AKP karşıtlığını yükseltirken, bir yandan hepimiz bu dertten mustaribiz demeye kalkacaklar, aynı gemideydik diyecekler. Demiştik ya, çok korkuyorlar. Korksunlar, onlar bu hamleleri hayata geçirmeye çalışırken sol’un eli armut toplamayacak, türkiye’yi o tarihsel hesaplaşmaya hazırlayacak. Oyuncak askerleri onları kurtarmaya yetmeyecek.