Savaşa karşı Batı Asya'dan edebî çizgiler

Müslüm Kabadayı

Blog: Kurdewarî

Uluslaşmanın tarihsel bir kategori olarak kapitalizmin gelişimiyle ortaya çıktığı biliniyor. Ulusal devletlerin de bu sürecin önemli dönüm noktalarından biri olan Fransız Devrimi’yle yaygınlaşmaya başladığı, özellikle 19. yüzyılda Avrupa ve Amerika kıtalarında uzun süren iç savaşlardan sonra uluslaşma süreçlerinin tamamlanarak ulusal devletler kurulduğu büyük TARİH’in sayfalarında yer alıyor. 20. yüzyılda ise Afrika, Güney Amerika ve Asya’da emperyalist ülkelere karşı ulusal kurtuluş hareketleri yoluyla bağımsızlığına kavuşan birçok devlet ortaya çıkmıştır. Ulusal devrimlerin sınıfsal devrimlere dönüştüğü 1917 Ekim Devrimi’nden sonra yepyeni bir aşamaya gelen insanlık, sömürüsüz bir dünyanın da kurulabileceği umudunu somuta dönüştürmüştür.

İşte bu umuttur ki, Dünya’nın birçok coğrafyasında ezilen halkların ve sömürülen insanların, özgürlük ve bağımsızlık için “haklı savaşları”nı destanlaştırmalarını sağlıyordu. Yağma düzenini savaşla sürdürmek zorunda kalan emperyalist ülkeler, Rusya’dan başlayarak Doğu’yu ve Avrupa’yı etkilemeye başlayan sosyalizmi yıkmak için Almanya merkezli İkinci Paylaşım Savaşı’nı başlattılar. Sovyet halkları, Avrupa ve Balkan emekçileri bu azgın saldırıları zor koşullarda püskürttüler. Bu savaşta on milyonlarca insanın ölümü, Nazi kamplarında yaşanan büyük acılar, direnişler sinema ve edebiyat yoluyla çokça işlendi. Ancak, özellikle Birinci Paylaşım Savaşı’nın yarattığı büyük acılar, bu süreçteki işgallerin arka perdesi, işgale karşı yürütülen direnişler ve ortaya çıkan sonuçlar konusunda Dünya edebiyatına, sinemasına aktarılan çok önemli yapıtlar ortaya konamadı. Anadolu’nun işgaline, Yemen başta olmak üzere değişik cephelerde yaşanan savaşlara dair çokça türküler yakıldı, destanlar yazıldı. Savaş sonrası, özellikle İstiklal Savaşı’na dair birçok roman da kaleme alındı. Arif Berberoğlu’nun “İhanet” şiirindeki “Kırık bir beşiktir Anadolu tarihin evinde/ bazen isyanların dereler dolusu kanın/ bazen rüzgârların denizlerin salladığı...” dizeleriyle betimlediği Anadolu’da yaşananlara dair yazılanlar da ne yazık ki Dünya edebiyatının önemli yapıtları arasına giremedi veya girdirilmedi.

Özellikle Ortadoğu’nun 19. yüzyılda petrol bakımından kapitalist dünyanın ilgi odağı haline gelmesi ve bunun sonucunda da demiryollarının inşası başta olmak üzere denizyollarının yeniden güçlendirilmesi, bu bölge halklarının bir paylaşım savaşının kurbanları olacakları konusunda sinyaller verir... Bu sürece dair yazılanların daha çok Batı merkezlerinde yoğunlaştığı görülür. Avrupa merkezli bakış nedeniyle Türkiye’nin de içinde bulunduğu coğrafyaya “Ortadoğu” denmiştir. Ancak, gerek coğrafik gerekse tarihsel açıdan bu coğrafya “Batı Asya”dır.  Tarım uygarlığı başta olmak üzere yazının icadı gibi önemli toplumsal sıçramalar bu coğrafyada gerçekleşmiştir. Sümer-Babil-Pers-Anadolu-Fenike gibi önemli uygarlıklardan günümüze akıp gelen edebiyat içinde savaş temalı destanlar, şiirler, öyküler, romanlar çok önemlidir. Bu yapıtlar dikkatle incelendiğinde görülmektedir ki doğayı ve insanı yok etmeyi amaçlayan savaş-şiddet uygulamalarına karşı bir duruş anlatılmaktadır. Gılgameş’ten Tammuz’a, Humbaba’dan Demirci Kawa’ya, İnanna’dan Leyla Halid’e vd. örneklere uzanan damarlar söz konusudur. İşte bu damarların binlerce yıl içinde nasıl bir direnişle biçimlendiği, aynı zamanda işgalciler tarafından Batı Asya’nın kesik damarlarına nasıl dönüştürüldüğü, başlı başına incelenmeye değer bir konudur. Bu yazımızda sınırlamaya giderek 20. yüzyıldaki savaş ve işgal politikalarına karşı duran şair-yazarlardan ve yapıtlarından özlü biçimde söz edeceğiz.

“Savaş, siyasetin silahlı biçimidir,” denir. Birinci Paylaşım Savaşı da Batı Asya halklarına, İngiliz ve Fransız güçleri başta olmak üzere emperyalist güçlerin dayattığı enerji kaynaklarına, madenlerine bir böl-parçala-sömür siyasetidir. Bugün de BOP adıyla aynı siyaset dayatılmış, ancak  bu siyaset, beşinci yılına giren Suriye direnişine toslamış durumdadır. Suriye’de bu siyasetin niye tıkandığını anlamak için tarihsel-toplumsal gerçekliği kavramak gerekir. Bu anlamda bu siyasetin sonuçlarına karşı en önemli mücadele, Fransız-İngiliz işgalleri döneminde yetişen yazarlar ve şairler tarafından verilmiştir. Bunlar arasında Hanna Minna, Süleyman İsa ve Nizar Kabbani önemlidir. Bugünkü Samandağ’a bağlı Aknehir Beldesi’nin eski adı olan Nairi, sonraki adıyla Nahırlı’da doğup daha sonra Suriye’ye giden Süleyman İsa, gerek şiirleri gerekse çocuklara yönelik ortaya koyduğu yapıtlarıyla son dönem Arap edebiyatında önemli yer işgal eder. Onun, İsmail Özdemir arkadaşımız tarafından Türkçe’ye çevrilen “Şairler ve Sesler...” başlıklı şiirini örneklemek istiyorum.

“Susuzluğun yaktığı bir kum taneciğine/ Büyük bir yağmur damlası akar gibi/ Ve öyle uzadı ki bu on üç marş oldu sonunda/ İçinde iki zıddın çatıştığı/ Ezici kuvvetler/ Sesler.../ Boğamaz umudun tüm ipliklerini/ Azap çekenlerin, parçalanmışların sembolü için.../ Şair için birçok sığınak, birçok teselli vardı.../ Sonunda ona... ebediliğin marşı kaldı/ Bırakın anlatsın size azabının öyküsünü/ bir kısmını azabının/ Bu marşlarla... Bir şey... acı,yaralayıcı,anlaşılmaz/ Dalıyordu şairin hayalini bir an/ Sonra kayboluyor, sönüyordu ve fakat/ dönüyordu çok geçmeden. Haziran 1967: bozgun yılı/ Felaket... prangalıyor onun/ Kapatıyor yüzüne geçitleri.../ Gözlerindeki ışığı boğazlıyor.../ canlı canlı gömüyor onu/ Ne bir beyit söyleyebildi/ Ne bir kelime yazabildi tam bir yıl boyunca.../ Tam bir yıl boyunca... zillet solmuş/ Boğulmuştu utanca.../ Ve her kim boğulur yazamazdı ki artık. Haziran 1968/ Büyük acı tazeliğini koruyor hâlâ.../ derinliklerinin en derininde kanayarak/ Ve bütün doğruluğu ve apaçıklığına rağmen söz/ Çolpa ve aciz kalakalmış ortada/ Umutsuzluğuyla boğuşup direniyordu hâlâ o.../ Ruhumu yavaş yavaş çıkarmaya çalışarak mezardan.” 

 Hanna Minna’nın Fransız işgal yıllarında bugünkü Hatay coğrafyası başta olmak üzere Kuzey Suriye’de gerçekleşen direniş hareketlerini de konu edindiği “Müstenka”, Türkçesiyle Bataklık adlı romanı, Arap dünyasında en çok okunan yapıtlar arasında yer alır. Bilindiği üzere Arap dünyasında hikaye etme geleneği şiirlerde de, özellikle mesnevi ve kasidelerde, sürdüğünden roman tekniğiyle bu konuların işlenmesi bu dönemde hızlanır. İşte tam da bu noktada özellikle Arap dünyasındaki düzyazı ve romana dair kısa bir değerlendirme yapmak gerekiyor.

Araplar düzyazıya “nesir, serdi” diyorlar. Romana ise “raviya”.  “Su getiren, suyu dağıtan” anlamına gelen “râvi” sözcüğünü ise “romancı” karşılığında kullanıyorlar. Böylece şiir söyleme geleneklerinde yer alan “bahr”, yani deniz veya suyu, romana aktarmış oluyorlar. Roman türünün doğduğu Batı’daki gelişiminin ise böyle bir ilişkilendirmeyle hiçbir bağlantısının bulunmadığı da biliniyor. Öyleyse Araplar için “rivayet etme”, “hikaye etme” geleneği “şiir söyleme” geleneğinin belli bir birikiminden sonra ve onun devamı olarak gelişmiştir. Ben bunu, bir başka önemli konuyla da bağlantı kurarak noktalamak istiyorum. Arap Yarımadası’nda veya Batı Asya’da ortaya çıkan dinlerin kitapları ve bunların okuma usulleri,  bu açıdan incelendiğinde görülmektedir ki cümleler halinde kurulan anlatımlarda  da şiirsel bir söyleyiş egemendir. Bunları dinleyenlerin, anlamsal bir kavrayışları olmaksızın da büyülenmiş gibi hareket etmeleri, şiirsel söyleyiş ve makamsal okuyuşun büyüleyiciliğinden kaynaklanmaktadır.

İşte anlatımdaki bu şiirsel doku, Arap romanındaki dil ve üslubun değerlendirilmesinde önemli bir veri olarak alınmak durumundadır. Böyle bir gerekliliği ortaya koyan önemli yazarlardan biri de, gerek Birinci Paylaşım Savaşı sürecini, gerekse ABD emperyalizminin Ortadoğu’ya giriş yöntemlerini romanlarında çok iyi işleyen, dolayısıyla son 20 yıldır yapıtları Dünya dillerine çevrilmeye başlanan Arap romancı Abdurrahman Munif’tir. 1970’li yıllardan itibaren romanları Arap dünyasında ilgi görmeye başlayan Abdurrahman Munif’in, Arapçanın birçok bölgede farklı lehçe ve ağızlarının olması nedeniyle bir roman diline dönüştürülmesi konusunda ciddi çalışmalar yaptığına tanık olunmaktadır. Bu lehçeler üzerinden ulusallık ve yurtseverlik çizgisinde “ara bir dil” yaratma çabası gösterir. “Mudunu’l-milh” romanında diyaloglarda “ara dil”e yaklaşan bir anlatıma başvurmuştur. Bunda başarılı olmasının en önemli  nedeni ise, roman kahramanları arasında çoğunluğu Bedevi olan Araplar’ın kullandıkları konuşma dilinin fasih Arapçaya çok yakın olmasıdır. Burada, böyle bir yakınlığın bulunmadığı durumlarda ve özellikle geleceğin Arap romanını geliştirme sorunu bakımından “ara dil”in nasıl geliştirileceği sorunsalı Arap romancılar için devam etmektedir.

Munif’in, beş ciltten oluşan bu nehir romanın ulusallık, yurtseverlik ve anti-sömürgecilik bakımından taşıdığı önem kadar bir başka değerli yönü de bu sorunun çözümüne ışık tutmuş olmasıdır. Bu romanda Bedevice diyebileceğimiz diyaloglar tuhaf kaçmadığı gibi karakterlerin doğasına da uzak düşmemiştir. Romanın Arap dünyasında yadırganmadan büyük okur kitlesine ulaşması ve derin yankılar uyandırması da bu bakımdan önemlidir.

İşgal karşıtı şiirleriyle tanınan ve sembolist anlatımıyla öne çıkan Suriyeli şair Ali Ahmed Said, “Adonis” adıyla yazdığı şiirlerle Dünya edebiyatında kendinden söz ettirirken “Şeddad” başlıklı şiirinde şu dizelere yer verir :

döndü şeddad, döndü
çekin arzunun sancağını
ve reddinizi işaret bırakın
yılların yolunda
üzerinde bu taşların
sütunlu’nun adıyla
orası reddedenlerin vatanıdır
umutsuzca ömür sürenlerin
küplerin mührünü kırıp
tehditle alay ettiler

köprülerinde esenliğin
orası yurdumuzdur ve biricik mirasımız
biz oranın kıyamet gününe bekletilen çocuklarıyız”

Aynı şair, Ortadoğulu insan için “gurbet-vatan” ilişkisini “Rüya” başlıklı şiirinin bir bölümünde şöyle işler: “kaçtı kentimiz/ neyim ben ne? / kar ve dolunun ardından ölen/ ölen ve bana yazdığı mektupları göstermeyen/ ve kimseye yazmayan/ bir toygara ağlayan bir başak mı? / onu sordum ve zamanın sonunda / yere serili cesedini gördüm/ ve haykırdım: ‘ey kırağının suskusu/ ben onun gurbetine vatanım/ gurbette olan benim, mezarı da vatanım”

Filistin’in büyük ozanı Mahmut Derviş, Filistin ve İsrail halklarının eşit ve özgür bir düzende bir arada yaşayabileceklerine dair görüşlerini çekinmeden dile getiren Komünist Partisi üyelerinden biridir. Bu nedenle Siyonistler tarafından hep hedef tahtasına konduğu gibi merkezi Şam’da bulunan Arap Yazarlar Birliği’nden de ihraç edilmiştir. Yönetmenliğini üstlendiği Karmel adlı sanat dergisinde yer alan hem İsrail Siyonizm’ine karşı eserler hem de Arap ülkelerindeki kukla yönetimlerin zaaflarına vuran yazılar nedeniyle zaman zaman başı derde giren Mahmud Derviş’in “Anneme” şiirden bir kesit aktarmak istiyorum. “Dönemezsem eğer/ tandırının ateşine yakıt yap beni/ ve avluna koy bir çamaşır ipi gibi/ senin sevgi gün ışığın silinince/ kaybettim ibadetimi... Yaşlandım/ çocuklarımın yıldızlarını bana geri ver/ katılabilmem için arasına küçük kuşların/ ve o kuşlar gibi beklenen yuvama/ umduğum yuvaya/ kavuşabilmem için geri ver...”

Filistinli şairlerden Fatva Tukan’ın işgal karşıtı ve yurtseverlik yüklü şiirleri karşısında, bir zamanların İsrail yöneticilerinden Moşe Dayan şöyle demişti: “Fatva Tukan’ın şiirleri, bize çevrilmiş en etkili silahtır.” 

Arap halkının komşusu ve şair dostu Ali Yüce, bu seslenişe Hatay’dan el verir : “Dinle beni/ Topa tüfeğe bombaya/ Taşla karşı koyan çocuk/ Yaz bir yere unutma/ Bu karanlık çürüyecek/ Gül bahçesi olacak dünya/ Ağlayanlar mutlaka gülecek”  

Filistin cephesinde oğlu (Adil Okay) savaşmış olan Süleyman Okay da “Tel-Zaatar” şiirinin bir bölümünde şöyle der: “ Tel-Zaatarda/ Lumumbalar Spartaküsler doğuyor sevgilim/ kan ve ölüm besliyor direncimizi/ bir yeni Vietnam doğuyor Tel Zaatarda/ Çombelere karşı/ Ölürsek bu uğurda sevgilim unutma/ kutsal ve hak edilmiş kinimizi/ ilet çocuklarımıza”

“Tel-Zaatar”ı Filistin Sancısı kitabında işleyen Ali Ozanemre, Türk, Kürt, Ermeni ve Araplar’ın ortaklaşa yaşantılarıyla harmanlandıkları bu coğrafyada yaşanan çarpıcı olayları İkinci Kerem Sonuncu Aslı adlı öykü kitabında anlatmıştır.

2003 Mart’ında ABD, İngiltere ve birkaç işbirlikçi ülkenin katılımıyla Irak halkının başına bombalar yağdırmaya başlayan “haydut devlet”ler, gün geçtikçe işgal karşıtı direnişin kökleştiği, yaygınlaştığı bir dönemde “Vietnam sendromu”nu hissetmeye başladılar. Bu süreçte Irak halkına edebiyat, özellikle de şiirleriyle güç katan önemli Iraklı şairler de çıktı. Bunlar arasında 1934’te Basra yakınlarındaki Abdülhasib köyünde doğan ve sosyalist düşünceleri nedeniyle Nizar Kabbani, Abdurrahman Munif gibi başka yerlerde yaşamak zorunda kalan Sadi Yusuf’un “Çakal Düğünü” şiirinin son bölümünü aktarmak istiyorum:

“Ah, Muzaffer el-Nevab, / gel bir anlaşma yapalım: / Ben senin yerine geçeyim/ (Şam o gizli otelden çok uzakta...) / Çakalların yüzlerine tüküreyim / Tüküreyim listelerine,/ Bildireyim ki biz Irak halkıyız / biz bu ülkenin antik ağaçları, / gururluyuz alçakgönüllü sazdan çatıların altında.”   

Yukarıda söz ettiğimiz ve haksız bir savaş olan Irak-İran çatışmasının acılarını yüreğinde hisseden ve Batı Asya’dan işgal karşıtı çizgiler arasında Farsçanın ses rengiyle dikkati çeken şairlerden Menuçehr Ateşi’nin “Yusuf Segâhta” şiirinin son bölümü şöyledir:

Ey benim hileler düşünen zavallı kardeşlerim
Mısır’da çılgın bir kadın yaşıyor beni kral yapacak
acele edin
vaadedilmiş kuyu yakınınızdadır
ve sizin kıskançlık mağazanızda doğan
adı kötüye çıkmış o masum kurt
dudaklarını uzun diliyle yalamakta
acele edin kardeşler!

Coğrafyamızın en eski halklarından biri olan Kürtlerin de, tarih boyunca büyük acılar yaşadığı biliniyor. Geçmişte Ahmedê Hani’nin mesnevilerinde somutlanan bu acılar, daha yakın bir zamanda Cigerxwîn’da derinlik kazanır. Adının anlamına denk düşecek biçimde “ciğeri kanlı” hale gelen bu halkın şairi olarak onun “Can Çekişiyor Zulüm Çağın Yargı ve Şiddetiyle” şiirinden bir kesit şöyledir:

“Şu çaputu çıkar kulaklarında artık yeter
Ve dinle haykırış ve bağırışları
Dinle ve sen de kuşan savaşa, hakkını zorla al
Hırsızlık cürüm, haraç ve zulüm yeter
Yakışmıyor bunlar sana hey millet
Tank ve uçak devridir, bu hışt, şiş ve tesbih de ne
Oku ki özgür olasın güçlenip başarasın kavganı
Bak, Filistin savaşı gibi olmuş her şey dünyada

                                                “özgürlük devrimi 1954”

Kimilerince “Kürt sorunu” olarak kodlanıp onlarca yıldır – emperyal projeler açısından 150 yıldır – bölge halklarını şiddet-savaşla sömürünün katmerlenmiş biçimine mahkûm etme stratejisi, ne yazık ki dört parçaya ayrılmış Kürt halkının bu parçalardaki siyasi özneleri tarafından kırılamadığı gibi işbirlikçilik yapanların da küçümsenemeyecek derinlikte olduklarının altı çizilmelidir. 1938 Dersim kıyımındaki işbirlikçiliğin izlerine Haydar Karataş’ın kaleme aldığı “Gece Kelebeği / Perperık-a Söe” romanında sanatsal kurgu çerçevesinde tanık olunmaktadır. Bu coğrafyada yaşanan politik mücadelenin 12 Eylül faşist darbesinin yansımalarıyla birlikte işleyen Fırat Cewerî “Geç Bir Sonbahardı” romanı yanında Mehmet Uzun’un birçok yapıtında Mezopotamya’nın kadim halklarının kültürel zenginliklerine savaş-barış diyalektiği çerçevesinde rastlamak mümkündür. Bugün Irak ve Suriye’deki Kürt-Türkmen-Arap-Süryani halkların yaşadığı topaklardaki petrol-doğal gaz başta olmak üzere doğal kaynaklara el koyup yağmalamak isteyenlerle işbirlikçilik yapan yeni sermaye gruplarının eğilimlerine karşı yükselen bir savaş karşıtı edebiyat öne çıkmaktadır.  

Özellikle “Barzanicilik” olarak kodlanan bu işbirlikçilik, Rojava üzerinde kozların paylaşılması olarak biçimlenmektedir. Bu siyasetlerin bedelini Batı Asya halkları can vererek, kanı ve emeğiyle ödemektedir. Bu halkların kurtuluşunun, emperyalist-kapitalist kuşatmayı kırmak için emekçi halkların birliğinden geçtiğinde ortaklaşmaları kaçınılmazdır. Bu coğrafyadan yetişen Fars, Kürt, Arap, Türk vd. halkların toplumcu şair-yazarları yüzyılı aşkındır edebi yapıtlarıyla ortaya koyuyorlar.

Dağların doruklarından fışkırıp ve sınır tanımayarak çölleri sulayan ikiz nehirlerin Mezopotamya’da buluştuğu, tersine akarak “asi”leşen ırmakların derin ovalarda oynaştığı, kum yutup petrol tüküren kabilelerin dolaştığı ve işgalcilerin her zaman kaybettiği Batı Asya topraklarında, bugün de Suriye başta olmak üzere işgal karşıtı bağımsızlıktan-eşitlik ve özgürlükten yana çizgilerin galebe çalmasından umutlandığımızın altını çizelim. Sömürgecilik siyasetini silahla yürütenlere karşı sanatın toplumcu çizgisini kalınlaştıranları selamlayalım.


Katkı ve önerileriniz İçin: [email protected]