Kürt sinemasında Yılmaz Güney

M. Agit Duman

Blog: Kurdewarî

Bir ulusun siyasal, sosyal ve kültürel gelişimi ile genel olarak sanatının özelde de sinemasının tarihsel gelişim süreci arasındaki ilişki söz konusu alanların toplumsal mevcudiyetine dair güçlü veriler sunmaktadır.

Sinemanın Lumiere Kardeşlerle başlayan tarihsel serüvenine baktığımızda bu mevcudiyetin özellikle 1. Paylaşım Savaşından sonra ortaya çıkan güçlü iktidarların tahakkümü altında, temsilcileri oldukları sınıfların tarihsel çıkarlarına hizmet etmesi sağlanmıştır. Sinemanın etki alanının genişliği vesilesiyle ideolojik ve politik bir argüman olarak kullanılması ve algı yönetiminde etkili ve güçlü bir silah olarak keşfedilmesi de aynı döneme denk gelmiştir. Soğuk savaşın başlaması ve sinemanın teknik açıdan gelişmesiyle beraber bu durum zirve yapmıştır.

Sinemanın iktidarların elinde ideolojik bir propaganda aracı olarak kullanılmasına karşılık sanatın özündeki muhalif karakterinin de etkisiyle aynı zamanda karşı propaganda aracı olarak da kullanıldığını söyleyebiliriz. Bu duruma konumuzun dışına çok çıkmamak için iki açıdan bakmakta fayda var. Birincisi artık ulusal bir karaktere sahip Kürt sinemasının gelişimi, ikincisi ise daha kapsayıcı bir etkiye sahip konusunu sınıfsal açıdan ele alan ve çeşitli yönleriyle Kürtlerin işlendiği filmlerdir. Daha da sadeleştirmek adına bu iki duruma Kürt Sineması ve Yılmaz Güney ilişkisi üzerinden bakalım.

Kürt sinemasının ilk örneği olarak Sovyet Ermenistanı'nda çekilen ve yönetmenliğini Hamo Beknazaryan’ın (1892-1969) yaptığı Zare filmi (1926) olarak kabul edilir. Bu film sessiz bir filmdir yani dilinin Kürtçe olduğuna dair bir veri yoktur ve Kürdistan topraklarında çekilmemiştir. Bu durum ise Zare’nin ilk Kürt filmi olarak değerlendirilmesine engel değildir. Bundan sonra yine Sovyet Ermenistanı'nda çekilen ve konusu Kürtler olan filmler mevcuttur. Kürt sinemasının ilk dönemi diyebileceğimiz bu dönemde Kürdistan’da çekilen bir Kürt filmi yoktur. Uluslaşma sürecinin sosyal ve politik sancılarını yaşayan Kürtlerin kendi ulusal sinemasını yaratabilmeleri ise ancak bu dönemden çok sonraları mümkün olacaktır. Bunun en önemli sebebi ise Kürtlerin sistemin sınıfsal karakterinden dolayı bu dönem karşılaştıkları baskı, inkâr ve imha politikalarıdır.

Kürt sinemasının bundan sonraki evresinde ise yine Kürtleri de konu edinen ancak kategorik olarak başka bir ulusun sinema ürünü olarak değerlendirilen filmler karşımıza çıkmaktadır. Türkiye’de bu dönem Türk sinemasında çok hızlı sinemasal üretimlerin yaşandığı 1960’lardan sonrasına denk düşer. Türk sinemasında toplumsal gerçekçiliği ön plana çıkaran muhalif yönetmenler, filmlerinde ezilen sınıfları ve köylüleri işleyerek bu duruma sert eleştiriler getirirler. Kürtler ise bu dönemde bu yönetmenlerin filmlerinde Kürt olarak değil daha çok ülkenin doğusunda yaşayan köylüler olarak işlenir. Dönemin politik koşulları yine Kürtlerin inkârı üzerine yürümektedir ve bu durum her türden muhalifine ağır cezaları ve baskıları reva görmektedir. Yılmaz Güney Sineması ise işte bu zor koşullarda gelişmiştir. Güney’i bu dönemin muhalif yönetmenlerinde ayıran birçok neden vardır. Bunlardan en önemlisi Güney’in muhalif kimliğinin mevcut siyasal sistemin eleştirisinden ziyade sistemin topyekûn değişmesini esas çare olarak görüp bu durumu bilince çıkarmasıdır. Güney’in bu bilinçle birlikte üretimlerinde işlediği konuları sınıfsal olarak ele aldığını ve sınıf çatışması vurgusunu önemli bir yer tuttuğunu görmekteyiz. Güney Kürt’tür ve filmlerinde Kürtleri de işlemiştir. Özellikle Umut (1970), Endişe (1974), Sürü (1978) ve Yol (1982) filmlerinde işlediği konuları ele alış biçimi ve yaklaşımları Kürt sinemasında Güney’in nereye konulması gerektiğine dair bir fikir vermektedir. Kendi deyimiyle Siverekli bir Kürt olan babasının hikâyesini anlattığı Umut filmi Türk sinemasının gelişiminde hala köşe taşı rolü oynamakla beraber Kürt sinemasının da gelişimine ciddi katkılar koymuştur. Film Adana’da yaşayan ve Kürt olduğuna neredeyse hiç şüphenin bırakılmadığı arabacı Cabbar’ın hikâyesidir. Umut filmi doğrudan Kürtlerle ilgili net bir algı yaratmamaktadır ve sınıf çatışmasının yoksullar üzerindeki etkisi çok yoğun hissedilmektedir.

Türkiye’nin karışık siyasal ortamının burjuvazi adına birazda olsa nefes almasını sağlayan 71 Darbesiyle ilerici, solcu ve devrimci kişi ve kurumlara yönelik ağır baskılar gözaltılar idamlar peşi sıra geldi. Güney’de evinde devrimcileri sakladığı gerekçesiyle tutuklandı (1972). Esasen Güney’in sınıf bilincini çok yoğun olarak kavradığı ve sisteme karşı bilendiği dönemde cezaevi sürecidir. Güney’in cezaevi çıkışıyla –ve tabi sonraki cezaevi döneminde-birlikte kolları sıvayıp çektiği filmlerin çoğunda bu etki net bir şekilde göze çarpar. Keskin sistem eleştirilerini içeren filmlerinin içerisinde ülkenin doğusunda yaşayan köylülerin işlendiği Türk filmlerinde ortaya çıkan algının belki de kökten değişmesini sağlayan Sürü filmini çeker. Öncesinde çektiği Endişe filminde aynı zamanda ağır basan Kürt kimliğini sınıfsal özünden koparmadan Kürdistan’dan Çukurova’ya gelen mevsimlik Kürt işçilerinin hikâyesini işler ve daha sonra çekeceği Sürü ve Yol filmlerinin işaret fişeğini çakar.

1974 yılında Endişe filmini çekerken bir provokasyon sonucunda tekrar cezaevine gönderilen Güney sistem tarafından yıldırılamamış ve cezaevinde de üretimlerine devam etmiştir. Senaryosu cezaevinde Güney tarafından yazılan ve Zeki Ökten’in yönettiği Sürü hem konusu hem de mekânı itibarı ile “Kürdistanidir”. Karakterlere can verenlerin konuştuğu dilin Türkçe olması bu durumu değiştirmemektedir. Dönemin koşullarında bırakın Kürtçe film çekmeyi gerçek hayatta konuşulmasına bile izin verilmeyen bir dilden söz ediyoruz. Ve tabi birde Güney’in konuyla ilgili bir röportajında verdiği ‘’Sürü aslında Kürt Halkının tarihidir. Ama bu filmi Kürtçe çekmem dahi mümkün değildi. Eğer oyuncularımı Kürtçe konuştursaydım, emin olun şimdi hepsi hapsi boylamış olurdu’’(*) demeci tartışmaya mahal vermeyecek cinstendir. Sürü Kürdistan’dan görüntüleriyle, geleneksel Kürt kıyafetli köylü karakterleriyle, dengbejiyle, aşiret ilişkilerini yansıtmasıyla gerçekten de Kürt halkının tarihinden bir kesittir.

Filmin tren yolculuğu sonrasında işlenen bölümünde ise kent ile köy arasındaki derin uçurumu ve ilişki biçimini sınıfsal çelişkilere oturtarak anlatılmıştır ve esasında Güney’in ulusal meseleye emek eksenli yaklaştığının bir göstergesi niteliğindedir. Filmin Ankara’da çekilen sahnelerinden birinde geçen bir dialog dikkate değerdir. 

 ‘’…Üç beş kişinin milyonları, milyarları var. Milyonlarca emekçini çalıştığı nereye gidiyor, kim böyle kurmuş bu işi. Diyeceğim Baba, buranın zengini de oranın ağasıda hepsi bir.’’  .

Ve Yol. Yol Türkiye sinemasının tartışmasız en iyi filmleri arasında hala yerini korurken aynı zamanda Kürdistan sinemasında da aynı kıymete sahip bir film olmayı başarabiliyor. Fırat’ın doğusuna geçerken ekranda beliren ‘Kürdistan’ ibaresi Güney’in Kürt sinemasının en sağlam temellerinden birini oluşturduğunun da kanıtı oldu.

Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü alan Yol  Güney’in Filmografisinde sistemin faşizan karakterinin yoksullar üzerindeki etkisini anlatması, ülkenin cezaevi koşullarına getirdiği sert karşı çıkışı ve yine yoksul sınıflar üzerinden sistem eleştirisini ve Kürdistan’da hüküm süren feodal ilişki biçimini hedefine almıştır. Cezaevinden kaçtıktan sonra kurgusunu yaptığı film aynı zamanda kendisini yıldırmaya çalışan sisteme karşı, Güney’in kazandığı bir zaferdir.

Kürt sineması belki sinemanın -birçok sebebi olmakla beraber- uluslaşmış / devletleşmiş toplumlardaki gelişimine paralel bir gelişim gösterememiştir. Ama bütün bunlara rağmen günümüzde Kürt sineması yetersiz olmakla beraber bir ivme kazanmıştır. Kürt halkı sinemasının bu günkü gelişimini uzun yıllar verdiği siyasal mücadeleye borçludur. Ve bu kazanım da ezilen bir ulus olarak Kürtlere çok ağır bedellere mal olmuştur. Bu noktayı asla gözden kaçırmamakla beraber Kürt sinemasının ilk filmi olarak tarihe geçen Zare Filmi Sosyalist bir ülke olan Sovyet Ermenistan’ında çekilmiştir. Yine en ağır koşullarda sistemin alçakça baskılarına rağmen cesaretle Kürt sinemasının gelişimine katkı koyan ise Yılmaz Güneydir. Kürt halkı sinemasının gelişimini birazda sosyalizme/sosyalistlere borçludur. Bu borcun ödenmesi ise bir ivme kazanmış olmasına rağmen hala liberal etkilerden kurtulamayan ve bu şekilde bu borcu asla ödeyemeyecek olan zihniyete karşı Güney’in devrimci sinemasını takip eden senaristlerin, yönetmenlerin meseleye el atmasıyla mümkündür.

Yılmaz Güney Kürt sinemacısı mı? Türk sinemacısı mı?

Yımaz Güney emekçilerin, ezilenlerin sinemacısıdır. Sinema tarihinde olduğu gibi devrim tarihinde de yeri tartışılmazdır bu nedenle bu sorunun sorulmasını bile anlamsızdır.

Yılmaz Güney.. Rojbuna te piroz be / İyi ki doğdun...


(*) Chis Kutchera-The Middle East-Ocak 1983


Katkı ve önerileriniz İçin: [email protected]