10 maddede Kurdewarî Diyarbakır

Hilal Ataş​

Blog: Kurdewarî

Bir kenti süslü kelimelerle anlatacaksanız eğer, tarihini başa yazarsınız. Geçmişin büyüsü, okuyanı heyecanlandırsın diye. Söz konusu Diyarbakır olunca, tarih Dicle’nin kıyısından, Sur’dan sesleniyor. Ve bu ses kentin geçmişinin yanında insanlığın da en eski izlerini anlatıyor. M.Ö 3000’li yıllara kadar sürebiliyorsunuz bu izleri. Mezopotamya’nın zengin ve verimli bölgesi, otuzdan fazla uygarlık ve geride kalanlar… Dört Ayaklı Minare’si, Hasanpaşa Hanı, Surp Girogos ve Meryem Ana Kiliseleri en yakın izler. Ve bu izleri birbirine bağlayan küçelerine arka çıkan Diyarbakır Kalesi…

Ve kalenin insanları; Kürtler, Türkler, Araplar, Ezidiler, Ermeniler… İmparatorluklar arası toprak anlaşmazlığının nesnesi ve ticaretin en büyük merkezlerinden biri olmanın sonucu, farklı dilleri konuşan “İpekyolu’nun insanları” da demek mümkün onlara. Tarihçilerin “hükümdar” olarak nitelediği, Kürdistan’ın ilk valilerinin yönetimindeki halklar…

İki türlü çevresi vardır Diyarbakır Kalesi’nin. İki rengi. Biri gri, diğeri yeşil. Dicle kenarındaki Kırklar Dağı’nın düzünde yükselen rezidansların karanlık gölgesi düşer On Gözlü Köprü’ye. Surların baktığı yeşilse Hewsel Bahçeleri’dir. Geçtiğimiz aylarda UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne girerek yapı rezerv alanı olmaktan son anda “kurtulan” bu yer, soluğudur Diyarbakır’ın.

Şehrin başka bir noktasına ilerledikçe “yeni yaşam alanları” karşılar sizi. Sur’un sesini “akıllı evleriyle” Dicle Kent kısar, duyamazsınız. İnsanlığın ilk kütüphanelerinden birini kuran Asurlar Ninova Avm’ye, tarih Med City Mahabad Konutları’na, dil Welat Yapı’ya gömülmüştür artık. Yok edilemeyenle savaşın yolu, Diyarbakır’da da onu çürütmekten geçer.

Ortadoğu’nun en büyük “alışveriş ve yaşam merkezi”ne sahip olma yarışındaki bu kent, en son yapılan “il bazında yaşam memnuniyeti” araştırmasında, TÜİK verilerine göre en umutsuz ve mutsuzlar arasındadır. Ailelerin üçte ikisinin asgari ücretin altında bir gelirle geçinmeye çalıştığı, 80000 kişinin gecekonduda yaşadığı, %17 dolaylarında işsizlik oranına sahip olduğu hesaba katıldığında durumun sebeplerini anlamak zor değil.

Yaşadığınız kentte nefessiz kaldığınızı hissettiğiniz anlar vardır. Havayı, suyu, az ilerideki inşaat ya da yol çalışmasını bahane edersiniz. Ama değil! Kentle verdiğiniz savaşın sancısıdır bu ve ateşkesi sanatın elçiliğiyle imzalarsınız. Diyarbakır’da “eski”yle kıyaslandığında bu imzanın bugün daha silik atıldığını söylemek mümkün. Orhan Asena Tiyatro Festivali, Diyarbakır Fotoğraf Günleri ve yıl içinde düzenlenen kimi etkinlikler biraz olsun açar soluğunuzu. “Biraz olsun…”

Sıra Diyarbakır’ın müziğine geldiğinde söze “Kürtlerin Homerosları” diye anılan déngbejler girecektir. Ve Suriçi’ndeki “Déngbej Evi”nden duyuracaklardır seslerini. 

Müzik demişken, Celal Güzelses’i anmamak olmaz. 1899’da, burada dünyaya gelen sanatçı, ‘kentin diliyle’ yazıp söylediği ve derlediği türkülerle Cumhuriyet’in Şark Bülbülü ünvanını almıştır. O, insanın ömrünü anlatan Yaş Destanı türküsüyle özdeşleşmiş, bu türküyle Diyarbakır’ın dilini konuşturmuştur.

“Kente bakışta edebiyattan beklediğiniz nedir?” ya da “Diyarbakır’da neyin edebiyatı yapılır?” sorusuna cevabı buralardan verenlerin en bilinenidir Ahmed Arif. Yaşamının ilk beş yılını Diyarbakır’da geçiren şairin bilinçdışıdır burası. Belki de bu yüzden “Diyarbekir gibi düşünür” sevdiğini. Bugün umutsuzlukta ilk sıralarda yerini alan bu kent, umudun şairinin en güzel dizeleri olmuştur Havaalanı yapımı için talan edilirken Diyarbakır Bağları, yeğeni Adiloş doğar. “Engereklere, çıyanlara” duyduğu öfkesi, bir can daha çoğalmanın sevinciyle birleşir. Ve o zaman yazar Adiloş Bebe’nin ninnisini. Celal Güzelses’i de en iyi duyanlardandır Arif. Onun “Hele Yâr” türküsünden övgüyle bahseder Leyla Erbil’e yazdığı bir mektubunda: “Bu halk yâre ‘zalım’ diye seslenir. Ne biliyorsa ondan öğrenmiş, hayatının aldığı yönde o yârin tayin edici rolü önemlidir. Yâr, bir üniversitedir onun için. Dünyanın en usta şairi bile güç döker böyle mısra.” 

Yalnızlık ve ölüm dendiğinde, şiirleriyle akla gelen Cahit Sıtkı’nın “yolunun başıdır” burası. Diyarbakır’ın tüccar ailelerinden Pirinççizadeler’in oğlu, soyadını burada alır. Evi, Ahmed Arif Edebiyat Müzesi’ne komşuluk ediyor bugün; eşyalarının, mektuplarının ve şiirlerinin sergilendiği bir müze olarak…

Atıf Yılmaz’ın sinemaya uyarladığı Berdel romanının yazarı Esma Ocak,  Diyarbakır’da yazar hikayelerini. O, Kürt destanlarını, sözlü edebiyatını, Kürt kadınların öykülerini dinlemek için at sırtında köy köy dolaşmış, eşinin ölümüyle de çiftçiliği devralmıştır. Bahsedilen romanına önsözü yazansa, onunla aynı kökten beslenen Ahmed Arif’tir. 1890’ların Diyarbakır Gazetesi’nin başyazarı ittihatçı şair Süleyman Nazif, Türk Tiyatrosu’nun Shakespear’i diye anılan Orhan Asena, Mona Roza’nın şairi Sezai Karakoç, mayınlı yolları “Haw” romanıyla bir köpeğin gözünden anlatan Kemal Varol, Ahmed Arif’in “mahallelisi” Mıgırdiç Margosyan… Sözün özü, ülkenin sanatına yön vermiş, onun kültürüne katkı sunmuş gizli vârislerdendir Diyarbakır.

“Bir kenti anlatırken söze geçmişle başlarsınız” demiştik, okuyana heyecan olsun diye. Bu kent; Kürdistan’ın mutsuz kenti, hem de buranın dününe ayna olan Diyarbakır olunca, gelecekle koymalı noktayı. “Otuz üç kurşun”la mahkum olan şairin dizeleriyle bitirmeli: “Gün ola, devran döne, umut yetişe…”

Katkı ve Önerileriniz İçin: [email protected]