6.27 Treni'nin Penceresinden Dünyaya Bakmak yahut Direnmenin Estetiği

Necati Ege Keklik

Blog: Kent Kültür Sanat

Fransız öykü yazarı Jean-Paul Didelaurent'in ilk roman çalışması “6.27 Treni” (özgün adıyla Le Liseur du 6h27), 2014 yılında yayımlandı ve başta kendi ülkesi Fransa'da olmak üzere, Avrupa genelinde büyük ses getirdi. Kısa zamanda Fransız edebiyat çevrelerinde “Phénomène littéraire” (edebi fenomen) olarak anılmaya başlanan 6.27 Treni, 2015 yılında ise yazarına Fransa'nın köklü edebiyat ödüllerinden biri olan Cezam Prix Littéraire Inter CE'yi kazandırdı. Yayımlandığı tarihten bugüne 29 farklı dile çevrilen kitap, Ağustos 2017'de de Can Yayınları tarafından ülkemizde yayımlandı ve Aysel Bora'nın çevirisiyle Türkçe'deki yerini almış oldu.

Kitabın kısa yaşam öyküsünden de anlaşılacağı üzere, 6.27 Treni, edebiyat çevrelerinde büyük bir beğeniyle karşılanıyor. Bunun yanı sıra, kitap kısa zamanda, bu bir “edebi başarı ölçütü olmasa da, Avrupa'da oldukça tatminkar baskı adetlerine erişti. Öyle görünüyor ki, 6.27 Treni'ne yönelik bu büyük ilginin ve beğenin arkasında, Didierlaurent'in modern edebiyatta uzun zaman önce terk edilmiş yahut büyük ölçüde içi boşaltılarak değinilmiş bir konu olan “işçi” meselesine yeni, modern ve özgün bir yorum getirmeyi başarmış olması yatıyor. Daha geniş anlamıyla, uzun bir aradan sonra halk insanının hikayesinin, ne “Yeraltıcı bir arabeske”, ne de burjuva bir üstenciliğe bulaşılmaksızın olduğu gibi anlatılıyor olması, 6.27 Treni'ni geniş kitlelere ulaştırıyor. Kısacası, bu başarının ve ilginin altında, uzun zaman sonra insanların kendi hikayelerini arkası dolu bir biçimde okuyor oluşları var.

Hikayeye gelirsek... 6.27 Treni'nde, modern zamanlarda Paris'in banliyölerinde yaşayan bir  “mavi yakalının”, 36 yaşındaki bir kağıt geri dönüşüm fabrikası işçisi Guylain Vignolles'ün, eviyle işyeri arasında geçen sıradan ve monoton yaşamını okuyoruz. Vignolles, fabrikada “Zerstor 500” isimli dev bir kitap öğütme makinesini yönetmekle görevli ve yaptığı işten hiç de memnun değil zira işin özünde o bir kitap sevdalısı! Bu sebeple, belki de Luddist bir göndermeyle, bu makineye “Şey” diyerek hitap ediyor. Karakter, “Şey”e karşı nefretini ve korkusunu dillendirirken (ve bazen bu korkusu onun kabuslarına yansırken), onun kendisi üzerinde yarattığı yabancılaştırıcı etkiyi sorguluyor. Adeta “Şey”e başkaldırırcasına, öğütücüden kurtardığı kitap sayfalarını, her gün eviyle işi arasında kullandığı banliyö treninde sesli olarak okuyan Vignolles, bu yolla kitap yok etmenin ona verdiği vicdan azabından kurtulmaya çalışıyor. Bir yandan da, fabrikada işçilere emir yağdırmaktan başka bir şey bilmeyen Müdür Kowalski ve onun “yalakası” Stajyer Brunner'e karşı da mental bir mücadele veren Vignolles, öğle aralarında aleksandrin vezniyle şiirler okuyan Yvon Gimbert isimli güvenlik görevlisinin edebiyat dolu kulübesine atıyor kendini. Öte yandan da, ayaklarını “Şey”e kaptırarak kaybeden, bir başka işçi Guiseppe'le ve evinde beslediği Japon balığıyla kurduğu sağlam ilişkiyi seyrediyoruz, 6.27 Treni'nde. Kapitalizmin, bizleri makineleştirerek, yine bizlerden söküp almaya çalıştığı bütün insanal yanlarımızı görüyoruz kitapta ve her şeye rağmen bütün bunları canla – başla savunarak yaşayan insan Guylain'ı... Ne “Şey”e, ne Kowalski'ye, ne de kapitalist toplum yaşantısının zorluklarına boyun eğmeyen ve “yaşamaya çalışan”, fabrika işçisi Guylain'ı... Sevgiyi, aşkı, dostluğu ve sanatı savunarak, insan kalmakta direnen “militan” Guylain'ı...

Roman bütün bu yönleriyle, esas olarak "modern insanı" güncellikleri üzerine yeniden düşünmeye iten bir hikayeye sahip. Kitapta, Guylain karakterinde vücut bulan bu "sıradan" insanın "sıradan" hikayesinde, sıradanlığa ve bu yabancılaşmaya, insan olmakta ve öyle kalmakta ısrar ederek - Kowalski yahut Brunner olmamaya direnerek yani - "direnmeden-direnişin" güzel bir portresi var. Bilinç düzeylerimizden tamamen bağımsız olarak her birimizin, her gün ve her saniye, çoğu zaman farkında olmadan pratik ettiği bir durum bu ve işin güzel tarafı, Didierlaurent, bu "kendince-uyanış” halini, bu pasif direnişi spot bir kurguyla anlatmıyor; tam aksine, aynı gerçek hayatlarımızda olduğu gibi akıp gidenin içine çok başarılı bir şekilde yediriyor; bu ise gerçekliği doruğa ulaştırıyor. 6.27 Treni, tam da bu sebeplerden ötürü ayrıksılaşıyor, sıradışılaşıyor; sığ, kuru ve "gerçekten sıradan insanın" gündelik pratikleriyle uyuşmayan bir tür "burjuva sıkkınlık" halinin yerine, hepimizin yolda yürürken, evde otururken yahut okulda – işyerinde çalışırken yaşadığı sıkkınlık var zira bu hikayede. Bu yönüyle de, yazarın hem edebi olarak, hem de politik yönden karşısına aldığı şeyleri açıkça görebiliyoruz kitapta. Buna ek olarak, aslen öykücü olan Didierlaurent'in, ilk romanı 6.27 Treni'nde de, yine öykü tekniğini kullandığını görüyoruz ve "deneysellik" bağlamında da çok başarılı bir kurgu yakaladığını tespit etmek mümkün. 

Bitirirken, şunu hatlıkla şunu söyleyebiliriz ki, Jean-Paul Didierlaurent'in 6.27 Treni, modern zamanlarda “işçilik” ve “insan olmak” temaları üzerine yazılmış en güzel kitaplardan biri. Velhasılı, Paris'in Fransız balkonlu ve "bol fularlı" burjuva öykülerini dinlemekten sıkıldıysanız, 6.27 Treni'nin, banliyölerden taşan, kalın kazaklı, tek göz odalı ve alabildiğine gerçek hikayesini çok seveceksiniz! 

Hepimiz bir 6.27 trenindeyiz ve Kowalskiler'e, Brunnerler'e karşı, yaşasın bu aşağılık düzeni sorgulayan Guylainler, Guiseppeler, Gimbertler!