Dünyevi Camiler

Murat Serim

Blog: Kent Kültür Sanat

Türkiye’de son 15 yılda çeşitli bağlamlarda üzerinde en çok tartışılan yapı türünün kütüphaneler, spor merkezleri, hastaneler ve hatta konutlar değil, camiler olması, bizi şaşırtmasa gerek. Altında süper marketleriyle her mahallede bitiveren camilerden “vip” camilere, parklarda yapılmak istenenlerden içinde içki içildiği iddia edilen ve imamlarının sürüldüğü camilere, ibadet alanı olmanın çok ötesinde bir anlam kazanan camiler, kamusal alanda hem mekân olarak hem de politik gündem olarak varlığını her geçen gün daha çok hissettiriyor. Camiler üzerinden yaratılan tartışma ise toplumun saflaşmasında başlıca göstergelerden biri oluyor.

Camilerin kamusal alandaki önemi aslında sadece bugüne özgü değil.  Kamusal mekânın tarihteki izini sürenler, antik Yunan’da sınırlı da olsa demokrasinin işlediği agorayı, Avrupa şehirlerinde kentsel yönetimin ticaret üzerindeki rolünün vurgulandığı pazar meydanlarını görürken Osmanlı’da ise cami avlularında aradıklarını bulurlar. At Meydanı gibi insanların tesadüfî şekilde bir arada ve bir yığın olarak bulunduğu amorf ve tanımsız mekânların yanında, düzgün geometrileri ve tanımlı alanlarıyla bu avlular, Osmanlı kentinin hem politik hem de kamusal hayatında başat rolü oynarlar. Cami ve onun büyük kubbesi etrafında şekillenen birçok mekân, imarethanesinden hamamına, medresesinden hastanesine, “kamu”nun ve onun hayatının organize edildiği alanlar, Osmanlı’nın kamusal mekânları sayılabilirler. Kentin mekânı olarak şekillenen cami avluları, bu avluları hegemonyası altına alan camiyi merkeze koyarken, “peygamberin yeryüzündeki gölgesi” olan sultanı ise bütün bu kurgunun üzerine yerleştirir, böylece sultan kamusal ve siyasi hayatın üzerinde, bu hayatı yaşayan kullarına divana kafesten baktığı gibi bakar. “Kul” da bunu her adımında hisseder.

Batılılaşan geç Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi kentçiliğinde ise kamusal mekân, caminin cenderesinden kurtulmaya çalışılır. Saat kuleleri, Atatürk anıtları çevresinde şekillendirilmeye çalışılan kamusal mekân, kentlerin büyümesiyle daha çok kentsel gelişiminin yüzünü moderne dönen kısımlarındaki önemli odak noktalarında, neredeyse zorunlu şekilde belirdi. Taksim Meydanı, Kızılay Meydanı modern Türkiye’nin kamusal mekânlarıdır. Aslında bu mekânları “meydan” yapan, toplumsal hafızada nasıl yer ettikleriyle alakalı: Toplumsal hak talepleri ve politik angajmanın alandan eksilmediği, işçi sınıfının bizzat sahiplendiği, iddiasını ülkenin merkezine koyduğu, 1 Mayıs’ı kutladığı veya bunun için mücadele ettiği alanlardan bahsediyoruz. Böylece toplum, padişah sultasından ve anıt gölgelerinden özgürleşerek şehirde sözünü söylüyor, eylemini kent merkezine çakarak, derdini bütün ülkenin derdi haline getirmek için verdiği mücadeleyle mekânı da anlamlandırıyor, onu “kamusal” kılıyor. Bu sadece kent için değil, tarihin çarkını ileriye doğru çevirmek adına da bir kazanım olarak siyasi ve toplumsal hafızada yer ediyor.  

Bu çarkın dişlilerine çomak sokmak ise tam da bu kazanımların köküne inmeyi gerektiriyor. “Meydan”da şekillenen kamusal hayat egemenlerin işine gelmediği zaman; onu bozmak, manipüle etmek ve kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmek bütün dünyada karşımıza çıkan bir pratiktir. Mussolini’nin Roma’da yaptırdığı tarihsel referanslı binalar, Berlin’de Merkel’in DAC’nin parlamento binasını yıkarak yerine Prusya Sarayı’nın kopyasını inşa etmesi ve Gezi Parkı’na inşa edilmek istenen Topçu Kışlası örnekleri, faşizan kentsel müdahale örnekleri olarak öne çıkarken, buradaki asıl iddianın kamusal mekânda hegemonya sağlamak olduğu aşikâr. Çünkü tarihin hep ispat ettiği bir gerçektir ki,  sosyal medya ve ana akım medya, devlet ve bürokrasisi, yargı vs. hepsi bir yana, sokağa hâkim olan kente, kente hâkim olan ise ülkeye hâkim olur. Bütün örneklerde görülür ki otokratik iktidarlar bu hâkimiyeti sağlamak için, kamusal mekâna baskın çıkan anıt yapılar inşa ederler, bunun için de tarihsel referanslar bağlamlarından koparılır ve bir kimlik illüzyonu olarak halka sunulur.

Bu noktada Türkiye’de “Yeni Osmanlıcılık” kavramı öne çıkıyor. Bu kavram aslında ilk olarak AKP’nin eski Osmanlı coğrafyasındaki mezhepsel emellerinin ifadesi için kullanılan bir terim olsa da, yurt içinde de kamusal alana hâkimiyet kurmak için iktidarın insanlara dayattığı bir davranış şekli, hayat tarzı ve kültürel kod olarak karşımıza çıkıyor. Bunun yansımasını kentsel alanda en çok örneğini gördüğümüz yapı türü ise yine camiler. Aslında uzun asırlar boyunca oldukça zengin bir gelişme ve çeşitleme süreci geçiren Osmanlı cami mimarisinde, sadece belli bir dönemin mimarisine öykünerek birbiri ardına inşa edilen bu taklit camiler, kente ve çevresine yabancı, ona tepeden bakan tasarımlarının ötesinde aslında tek bir şey söylüyorlar bize: bu kentin hâkimi artık bellidir, ayağınızı denk alın. Yeşil alanlara yapılmak istenen camilerden, kendi yerinden kopuk ama kente hâkim olmaya çalışan selatin camileri, vip camiler ve kentsel siluette gözümüze sokulmaya çalışılan camiler bir taraftan halktan tepki toplarken bir taraftan da iktidar için siyasi bir tahakküm aracı olarak halka dayatılıyor. Bugün Cuma tatilinin gündeme getirilmesi mekansal karşılığını siyasi amaçlarla yapımına karar verilen bu camilerde buluyor. Camiler ibadet alanı olmalarının ötesinde bir çatışma, diretme, kamusal alanda hâkimiyet kurma alanı ve hatta gerici örgütler için bir örgütlenme alanı olarak karşımıza çıkıyor.

Bu konuyu güncel olarak Kadıköy’e yapılmak istenen cami örneğinde ve ODTÜ’deki mescit örneğinde tecrübe ediyoruz. İkisinde de cami uhrevi değil dünyevi ve siyasi bir merkezdir, buradaki gerilimlere bu gözden bakmak gerekir. Kamusal hayat camilere çekilmek istenmekte, onu tekrar sokağa taşırmak gerekiyor.