Mustang: Kadınların sessiz direnişi

Melek Yeşilyurt

Blog: Kent Kültür Sanat

Deniz Gamze Ergüven’in ilk uzun metrajlı filmi ismini İngilizcedeki “yabani at” anlamına gelen “mustang” kelimesinden alıyor. Mustang, oldukça muhafazakâr bir çevrede büyüyen ve kendi cinsellikleri ile tanışmaya başladıkları ilk andan itibaren oldukça yoğun bir baskıya maruz kalan beş kız kardeşin öyküsünü anlatıyor. Kızlar at yelesini andıran upuzun saçlarını savura savura kendilerince direniyorlar bu baskılara. Bizse muhafazakâr, ataerkil iktidarın sürekli kadına ne olması, ne yapması, nasıl davranması gerektiğini bangır bangır bağırdığı bir Türkiye’de, kadın olarak var olmanın kasvetli ama umutsuz olmayan, bir o kadar da tanıdık hikâyesini izliyoruz.

Film anne ve babalarını uzun zaman önce kaybetmiş, amcaları ve babaanneleri tarafından yetiştirilen, tek bir bütünün farklı uzamları olarak yaşayıp giden beş kız kardeş üzerine kuruluyor. Karadeniz’in dağ yamaçlarına kurulmuş yemyeşil bir köyde geçiyor hikâye. Kızlar başlarına buyruk bir halde, doğa ile müthiş bir uyum içinde salınıyorlar. Gençler; doğaya, hayata en çok da yeni yeni keşfetmeye başladıkları kadınlıklarına meraklılar. Fakat geleneğin ve muhafazakârlığın gölgesi düşüyor üzerlerine. Film ataerkil zihniyetin kendini ve ikiyüzlü ahlakını nasıl tesis ettiğini / etmeye çalıştığını çok iyi özetliyor. Filmin ana karakterlerinden olan Amca Erol (Ayberk Pekcan) bir anlamda bugünkü iktidarın küçük bir temsilini oluşturuyor. Ahlakı iki bacak arasına sıkıştırıp cinselliği yasak, tehlikeli, günah olarak tarif ediyor. Fakat kendisi cinsellikten başka bir şey düşünmüyor. Öyle ki yeğenlerine tecavüz etmeyi kendine hak görebiliyor. Tecavüzlerse daha çok baskıyı ve daha çok “ahlakı” beraberinde getiriyor.

Mustang, kadınların ataerkil zihniyetin yeniden üretilmesi ve bir sonraki kuşaklara aktarılmasında ne gibi roller üstlendiklerini de oldukça incelikli bir şekilde ele alıyor. Nihal Koldaş tarafından canlandırılan babaanne amca ve kızlar, yani baskı ve özgürlük arasında denge kurmaya çalışır. Yeri geldiğinde amcadan evvel şiddete başvurur; yeri geldiğinde amcanın karşısına dikilir, oğlundan dayak yeme pahasına kızları savunur. Erol gibi tek yönlü bir karakter değildir. Aslında iyi niyetlidir amacı belki de kızları korumaktır. Ama korumak için geliştirdiği yöntem, kızları tam da içinden çıkmaya çalıştıkları çembere hapsetmektir. Kızlara uzun elbiseler diktirilir, yemek dersleri verilir ve nihayetinde görücüler getirilir. Amcanın tecavüzlerinin de farkındadır babaanne. “Buna bir son ver” der ama belki oğlunu gözden çıkaramadığından, belki ne yapacağını bilemediğinden tek çözüm olarak kızları evden uzaklaştırmak gelir aklına. Bunun tek yolu ise yaşlarına bakmaksızın torunlarını evlendirmektir. Bu noktada Ergüven’in ayrımı kadın – erkek üzerinden değil kadınlık – erkeklik meselesi üzerinde kurduğunu söyleyebiliriz. Buna bir örnek de Yasin karakteridir. Toplumun dayattığı erkeklik normunun dışındadır Yasin. Bunu en net Lale yardım istemek için çalıştığı olası marketleri aradığında görürüz. Lale telefonda “Uzun saçlı, adı Yasin” dediğinde aldığı cevap “Biz öyle ibne çalıştırmayız” olur. Onlara göre, uzun saç kadınlara benzemektir ve kadın aşağıdır. Yasin de aşağılanmayı hak eder o yüzden. Bu dışlanma, kızlarla ortaklaştığı noktadır ve bu ortaklık sayesinde kızlara yardım eden tek erkek o olur.

Son dönem Türkiye Sinemasını düşündüğümüzde, Mustang’in kimi açılardan ayrı bir yerde durduğunu söyleyebiliriz. Odağında olmasa da, hikâyesi gereği son dönem Türkiye sinemasında çokça işlenen aydın ve taşra temalarına da değiniyor film. Fakat yaygın olandan farklı bir biçimde yaklaşıyor bu konulara. Öğretmen ve doktor rollerinde gördüğümüz aydın figürleri, içinde yaşadıkları toplumdan kopuk ve karşılaştıkları sorunlara ilgisiz değiller örneğin. Aksine başka bir yere işaret ediyor, yeni bir yol açmaya çalışıyorlar. Taşra ise şehrin kirliliğinden, ikiyüzlülüğünden kaçıp sığınılan doğayı ve maneviyatı temsil eden bir yer olarak tasvir edilmiyor. Tam tersine baskının ve sıkışmışlığın somut hali olarak gösteriliyor ki fikrimce bu tanım, tamamen olmasa bile, gerçekliğe daha fazla yaklaşıyor. İstanbul’un, yani şehrin ise kurtuluşun değil belki ama başka bir ihtimalin simgesi olduğunu söyleyebiliriz. Bu umudun bir kaynağının da İstanbul’da yaşayan, muhafazakâr toplumda, bu topluma rağmen kendine bağımsız bir hayat kurabilmiş kadın öğretmen figürü olduğunu belirtmek gerekiyor. İnandırıcılığı tartışmalı bile olsa, yönetmenin bu karanlık dönemde ısrarla başka bir yere işaret etmesi, “umudunuzu kaybetmeyin” vurgusu da ayrıca değerlidir diye düşünüyorum.

Film yukarıda belirttiğimiz yönlerinin dışında, gösterime girdikten sonra gerçekliğini sorgulayan çokça eleştiri de aldı. Kimileri filmin baskıları fazla abarttığını, kimileri ise o kadar baskının içinde kızların bu kadar rahat davranamayacağını, örneğin sahil sahnesinin bu denli muhafazakâr bir çerçeveye sığmayacağını söylediler. Eleştirilerin kısmen haklı olduğunu teslim etmek gerekiyor. Fakat bu haklılık baskının abartılmasından ya da o baskı ortamında kızların bu kadar rahat davranamayacak olmasından gelmiyor. Sıkıntı tüm bu baskıların kızların erkek arkadaşları ile sahile inmesinin ardından bir anda başladığının söylenmesinden geliyor. Tüm pencerelerin demir parmaklıklarla kapatıldığı, işin evin etrafına tel örgü çekmeye kadar gittiği yoğun bir baskı ortamının elbette bir geçmişi olmalıdır. Fakat filmin senaryosunun bu arka planı anlamlı bir şekilde örme konusunda başarısız olduğunu söylemek gerekiyor. Aynı şekilde yönetmen, kızların Delacroix’nın meşhur Fransız Devrimi tablosu ve Gezi Direnişi göndermesi ile doruk noktasına ulaşan özgürlükçü düşünce dünyalarının temellerini biraz da olsa verse ayakları yere daha fazla basan bir film ortaya çıkabilirdi.

Fakat tüm bu eleştirilere rağmen film oldukça önemli bir şeyi başarıyor ve muhafazakâr iktidarın olağanlaşmış kadın düşmanı söylemlerinin dört duvarların arasında kadınlara neler yaşattığını / yaşatabileceğini oldukça cesur bir şekilde dile getiriyor. Ne yazık ki “kıskançlık” yüzünden kadınların öldürülebildiği, katillere verilen cezalarda “haksız tahrik” indirimlerinin uygulandığı, kadınların tecavüzcüleriyle evlendirildiği, çocuk gelinlerin normal sayıldığı bir Türkiye’de, hikâyenin geçtiği bu coğrafya bize fazlasıyla tanıdık. Bu sebeple mekân olarak İnebolu’nun seçilmesinin bir önemi kalmıyor çünkü anlatılan bu coğrafyanın ortak hikâyesi ve filmin arka planında duyulan Bülent Arınç’ın sözleri kadar gerçek.