Oyuncu ile mimcinin kesişen yolları

Mehmet Esatoğlu

Blog: Kent Kültür Sanat

Yıl 1968. İstanbul’un Aksaray’ının orta yerinde bir lisede okuyorum. Biraz ilerde üniversite binaları var. Tam okulun yanında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS). Biz tam ortadayız.

İstanbul kaynıyor. Hem politik olarak hem de sanatsal olarak. Biz liseli gençler olarak her birine ayrı ayrı koşturuyoruz.

Lisenin bir tiyatro kolu var. Sınıfların en iyi taklitçileri orada. Kolda öğretmen taklitçileri çok gözde. Anadolu’da konuşulan değişik şive taklitçileri de çok ilgi topluyor. Bir de eşcinsel, fahişe taklidi yapanlar gibi uç örnekler var.

Tiyatro kolu haftanın hemen hemen her günü toplanıyor. Eğitim çalışması için kulaktan dolma bilgilerle ilerlenmeye çalışılıyor.

Her gün çalışma öncesi oyunculardan biri gördüğü oyundaki bir anı önümüzde canlandırıyor. Büyük bir heyecanla izliyoruz. Tam alkışlarken o oyunu daha önce görmüş biri o sahneyi oynamaya koyuluyor. İki oynayan arasında sürekli “öyle değildi”, “böyle değildi” diyerek o sahne üzerine yoğun bir çekişme yaşanıyor.

O günlerde hepimizi heyecanlandıran bir oyun var. Ulvi Uraz topluluğu Rıfat Ilgaz’ın “ Hababam Sınıfı” nı sahneliyor. Sahnede Zeki Alasya, Metin Akpınar, Ahmet Gülhan, Ercan Yazgan, Suzan Uztan var. Uztan “İnek Şaban” rolünde.

Bir kadının erkeği oynayışı bizi çok güldürüyor. Defalarca oyunu izlemeye gidiyoruz. Oyundaki tiplemeleri sahnede yineliyoruz. Herkes rollerden biri üzerine uzmanlaşıyor.

Biz de kendi okulumuza özgü bir hababam sınıfı yapmak istiyoruz. Ancak bizi çalıştırmak için sonradan aramıza katılan Aytekin abi bunun yanlış olduğunu söylüyor, taklitçilikle bir yere varılamayacağı konusunda bizi ikna ediyor.

Sean O ‘ Casey’in “Sağlık Yurdu” adlı metni o günlerde yeni basılmış. Onunla başlamamızı öneriyor.

Tam bu kargaşanın ortasında okuldan bir genç prova öncesi salona dalıyor ve bize bir önceki gün izlediği bir gösteriden söz ediyor.

Çocuk “bir oyun gösterisi ama hiç söz yok” diye başlıyor anlatmaya. Hepimiz “haa biliyoruz” havasındayız ama bir yandan da çocuğu dinliyoruz.

Çocuk gittikten sonra herkes birbirine bakıyor. Bu işi kurcalamaya karar veriyoruz. Onun anlattıklarından kafamızda kalan iki isim var biri Ergin Kolbek diğeri ise oynadığı tip; Bico.

Koca kentte Güzel Sanatlar okulunu arayıp tarıyoruz. Öğrencilere Kolbek’i soruyoruz. Hemencecik de buluveriyoruz. Boş bir derslikte prova yapıyor.

Sessizce provayı izliyoruz. Kafamız allak bullak oluyor. Karşımızda bir oyuncu var. Söz kullanmadan oynuyor ve biz onun anlattıklarını algılıyoruz.

Prova bitimi Kolbek’le sohbet ettik. Bilecik günlerini anlattı bize. Bir kasap vitrinine girip mahalledekilere gösteriler yapma serüvenini dinledik.

Okulda günlerce “Sağlık Yurdu” provası öncesi Kolbek’in yaptıklarını yineleyip durduk.

Özellikle Bico’nun bir kadınla buluşma serüveni tümü erkek öğrencilerden oluşan bir lisede pornografik bir şova dönüşüverdi.

Bizim aramızda “pantomim” diye bir kavram yoktu. Biz Ergin’in yaptıkları, ettikleri diye aramızda konuşup duruyorduk.

Bir gün Ergin Kolbek’in kendini akademinin damından attığı haberini duyduk. Okuldan kaçtık. Onu bulduğumuz okula koştuk. Bahçesinde dolandık. Prova yaptığı sınıfa baktık. Yoktu. Okuldaki öğrenciler de olup bitenle ilgili pek bir şey söylemediler bize. Yalnızca yerde gördüğümüz belli belirsiz kırmızı lekelere bakıp kalakaldık öylece. Kimbilir belki de o lekelerin Kolbek’le bir ilgisi yoktu.

Dünyalar başımıza çökmüştü. Sahnede sözsüz harikalar yaratan biri vardı ve uçup gidivermişti aramızdan.

Okul bittikten sonra birbirimizden kopmamak için Fatih Halkevi’ne gidip lisede yaptığımız çalışmaları orada sürdürüyorduk. O günlerde halkevi Fatih Camii’nin içindeydi. Yaz geceleri caminin avlusunda oyun gösterileri yapılırdı.

Bizim aklımıza Kolbek düştükçe onun hareketlerini yinelerdik.

1974 yılında İstanbul Şehir Tiyatroları’nın “Deneme Sahnesi” çağrısıyla düştük yollara.

Tepebaşı’ndaki Dram Tiyatrosu’nun yangından kurtulmuş marangozhanesinin kapısında bizi çok yakışıklı bir adam karşıladı; Adı Beklan Algan’dı.

Beklan Algan’ın çevresinde toplanmış İstanbul’un amatör tiyatrolarından 60 gençtik. Algan bize yapılacak çalışmaları anlattı.

Bir yıl değişik eğitmenlerle çalışmalar yapacaktık. Bu çalışmaların sonunda “Adsız Oyun” adlı gösteriyi sergileyecektik.

Çalışmalar başladı. Eğitmenlerimizden biri de Taner Barlas’tı. Barlas’ın ilk çalışmasında heyecanla birbirimize baktık. Karşımızda yeni bir Ergin Kolbek duruyordu. Biz Kolbek öldü. O yaptıkları da yok olup gitti diye hüzünlenirken şimdi karşımızda bir başka Kolbek vardı.

Önceleri onunla konuşmaya cesaret edemedik. Bir süre sonra aramızda sıcak bir dostluk oluşunca ona Kolbek’ten söz ettik.

Barlas bizim heyecanlı konuşmalarımızı dinledi. O gün çalışmadan sonra bize uzun uzun mim sanatını anlattı.

Pantomim’in dünyadaki ve ülkemizdeki ustalarından Marcel Marceau’dan, Erdinç Dinçer’den söz etti.

Deneme Sahnesi’nde Pantomim sohbetleri aylar süren seminerlere dönüştü. Pantomim artık yaşamımızın bir parçası olmuştu. Barlas o günlerde Şehir Tiyatroları bünyesinde “ Sırtımızdakiler” adlı tek kişilik bir mim gösterisi hazırlıyordu. Oyunda Barlas’ın sözsüz anlatımı çok çarpıcıydı. Bu çalışmanın ardından Oben Güney’in “Yük” adlı gösterisi geldi.

Deneme Sahnesi günlerinde oradaki oyunculardan bazılarıyla amatör bir grup oluşturup adına da “Yol Oyuncuları” dedik.

Yol Oyuncuları topluluğu o günlerde genç bir tiyatro öğrencisi olan Ayşın Candan yönetiminde Bertolt Brecht’in “Kural ve Kuraldışı” oyununu çalışmaya başladı. Ekipte Vecihi Ofluoğlu adlı bir oyuncu yer almakta ve “Kılavuz” rolünü oynamaktaydı.

Provalar sırasında Vecihi’nin gövde kullanımı dikkatimizi çekiyordu. Süreçte yeni bir pantomimci bulmuştuk.

Vecihi Ofluoğlu ile Yol Oyuncuları sürecinde başlayan dostluğumuz uzun yıllar sürdü gitti.

Vecihi mim sanatı için gövdesini uzun süre eğitmiş bir sanatçıydı. Gösterileri salt bir mim gösterisinden öte belli bir politik içerik de taşıyordu. Mim gösterilerinde değişik ışık biçimleri ve dia kullanıyordu.

Barlas ve Ofluoğlu 70’lerin ortasında bambaşka bir politik dili pantomim içine sokmayı başardılar.

Gösterilerinde emek-sermaye ilişkisi, ezilen insanın çaresizliği, egemenlerin toplum düzeninde insanın düştüğü açmazları bir yanıyla eğlenceli bir dille anlatan öte yanıyla zihinsel bir faaliyeti kafamızda harekete geçiren Barlas ve Ofluoğlu Kolbek’ten aldıkları bayrağı başka bir zirveye taşımayı başardılar.

Ofluoğlu bireysel gösteriler ve tiyatro çalışmalarıyla ilerlerken Barlas 80’li yılların ortasında bir pantomim topluluğu kurup 1989’a kadar Richard Bach’tan Kafka’ya bir dolu yazarın metninden yola çıkan mim gösterileri sahneledi.

Pantomim son 45 yılda kimi zaman ortadan kaybolarak kimi zaman ilginç sahnelemeler yaparak ilerledi.

Oktay Anılanmert’ten Oğuz Aral’a, Sedat Küçükay, Yaşar Nezih Eyüboğlu’na, Ulvi Arı'ya bir dolu insan bu alana önemli katkılar sundular.

Onca serüvenin ardından 1991’de bir tiyatro semineri için gittiğimiz Zonguldak’ta bir maden işçisi ile karşılaştık.

Gövdesine renkli boyalar çizerek sözsüz oyunlar oynuyordu. Adı Fahri Bozbaş’tı. Pantomim diye bir sanat dalından haberdar değildi. Ama sahnede yerin binlerce metre dibinde madencilerin dünyasında olup bitene dair inanılmaz öyküler anlatıyordu.

Üzerinde yaşadığımız toprak böyleydi işte. Kökü binlerce yıl öncesine dayanan bir temaşa geleneği vardı. Bu toprağın çocukları da el yordamıyla onu bir yerlerden bulup çıkarıp keşfediyorlardı.