Ziverbey Köşkü

Hakan Erol

Blog: Kent Kültür Sanat

11 Mart 1925 yılında Aydın’da doğmuştur İlhan Selçuk. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur. Gazeteci ve yazar olan Selçuk, Türkiye’nin önemli aydınlarından birisidir. Selçuk, 1958 yılında Aziz Nesin ile beraber bir mizah dergisi çıkarmıştır. 1960’dan sonra Nadir Nadi’nin çağırısıyla da Cumhuriyet gazetesine geçmiştir.

Cumhuriyet gazetesini, gazete yapan hiç kuşkusuz İlhan Selçuk olmuştur. Cumhuriyet ismi Selçuk’la özdeşleşmiştir. Selçuk bir sosyalist değildi ama ilericiydi, bağımsızlıkçıydı ve anti-emperyalistti. Sadece bu yönüyle bile mutlak sahip çıkılması gereken bir aydındır.

Emek-sermaye çelişkisini de çok iyi kavrayan Selçuk, 12 Mart tartışmalarının özünden koparılışını şu şekilde özetliyor; ‘’Son yıllarda her olayı toplumsal, siyasal, ekonomik nedenlerinden ve sınıfsal kökenlerinden kopararak kamuoyuna sunmak modası yürürlükte ya, bu yöntem 12 Mart’a da uygulanıyor.’’

Selçuk, 72 muhtırasında gözaltına alınan isimlerdendi. Bu gözaltında yaşadıklarını ‘’Ziverbey Köşkü’’ ismiyle kitaplaştırmıştır. Normalde, birçok insanın işkence gördüğü, hatta bu işkencelerde yaşamlarını yitirdiği bir ortamda kendisi bu tarz bir kitap yazmayı düşünmemiştir. ‘’Onların gördüklerinin yanında benimki nedir’’ alçakgönüllülüğüyle hareket etmiştir. Ancak koşullar ona bu kitabı yazdırmayı zorunlu kılmıştır. Günümüzün liberali Nazlı Ilıcak ve ekibi o dönemde Tercüman gazetesinde İlhan Selçuk’un ve diğer bir çok sanığın işkence altındaki ifadelerini yayınlamıştır. Ancak Ilıcak ve tayfasının atladığı bir şey vardı. Selçuk’un ifadesinde ‘’işkence altındayım’’, ‘’işkence var’’, ‘’ölüm var’’ gibi ‘’akrostiş’’e sıkıştırılmış cümleler vardır…

İfadesine sığdırdığı bu akrostişle ne kadar zeki olduğunu gösteren Selçuk, hem işkencecileri hem de liberal Ilıcak ve gazetesini tarumara uğratmıştır. İşkence adeta belgelenmiş, teşhir edilmiştir böylece.

Ziverbey Köşkü, Türkiye’de düzenin nasıl çıkmaza girdikçe, sola ve ilerici aydınlara saldırdığını göstermesi bakımından önemlidir. 80 darbesi, Diyarbakır zindanları, faili meçhuller, siyasi cinayetler, Gazi olayları, Sivas katliamı, Hayata Dönüş Operasyonu, Engin Çeber, Pozanti’deki çocuk mahkumlara tecavüz ve daha nice olaylar silsilesi Türkiye sermaye sınıfının ve onun siyasi temsilcilerinin sorumluluğudur. İşkencenin insanlık dışı bir yöntem olduğunu ve bu düzenin bekası için burjuvazinin acımasızlığını anlatması bakımından elimizdeki kitap oldukça faydalı bilgiler içermektedir.

Bir akşamüstü gazeteden çıkıp evine geldiğinde polislerce alıkonulmuştur Selçuk. Gözleri bağlı şekilde ve üstüne örtülen battaniyeyle birlikte  Ziverbey Köşkü*ne götürülmüştür;

Battaniyenin altında düşünüyorum. Arabanın nereye doğru gittiğini kestirmeye çalışıyorum. Gerçekte Erenköy’de bir adı Zihnipaşa, öteki adı Ziverbey Köşkü olan işkence merkezine doğru gittiğimizi  düşünmüyor değilim, ama yine de belli olmaz, belki bir başka yere götürebilirler diye zamanı ve yönü yolların sesinden çıkarmaya çalışıyorum. Bir toprak yola girer gibi olduk, tekerleklerin hışırtısı değişti, durduk. Sesler…

-İndirin!..

Gözlerim bağlı olduğundan arabadan inerken zorluk çektim. Çevreden birilieri bağırıyor:

-İlhan Selçuk!.. Elimizdesin artık. Seni Marksist-Leninist, vatan haini…

Bundan sonra sistematik olarak işkence başlar. Selçuk, falakayı diğer işkencelerden ayırır: 

Gözlerim bağlı olduğundan hiçbir şey görmüyordum. Birileri beni yere yatırmışlar, çoraplarımı çıkarmışlardı. Ayak bileklerime bir alet geçirilmişti. Bir manivelanın ya da vidanın sıkıştırıldığını duyumsuyordum. Öyle bir an geldi ki, bacaklarımı kıpırdatamaz oldum. Bir yağ mı sıvı mı sürüyorlardı tabanlarıma sonra sopa inip kalkmaya başladı. Kendimi acıya katlanabilir sanırdım(…) ancak falakanın verdiği acı hiçbir acıyla kıyaslanamaz(…) Taa kemiklerine işleyen bir acı duyuyor insan. Başlangıçta bağırmamak için kendimi tutuyor, dişlerimi sıkıyordum. Ama sonra kendimi bıraktım; çünkü ne kadar çabalarsan çabala sesine gem vuramıyorsun. Önce hırıltı başlıyor, ardından feryada dönüşüyor, hayvanlaşıyorsun. Olayın bir de ruhsal yanı var ki, bedensel acının üstüne biniyor. Kendini aşağılanmış olarak görüyorsun…

Selçuk, o dönem iki cuntanın varlığından söz ediyor ve İstanbul-Ankara çekişmesinden bahsediyor;

Silahlı Kuvvetler’de biri ‘’Sunay-Tağmaç-Türün’’ ekseninde oluşmuş, ikincisi ‘’Gürler-Batur’’ işbirliğine dayanan cuntalar çekişmektedir (…) İşkence cuntası güçlüdür ve Ankara, İstanbul’a ‘’hakim’’ değildir.

Ziverbey’de sorguya çekilenlerin ağızlarından ‘’Gürler-Batur’’ ikilisine yönelik suçlamalar düzenlenmekte, ‘’Kontrgerilla’’nın özel ekipleri, İstanbul 1’inci Ordu Komutanlığı’nın emirleri ve şemsiyesi altında çalışmakta, Ankara’daki Kara ve Hava Kuvvetleri Komutanlarını sanık sandalyesine oturtmak için hazırlık yapmaktadırlar.’’

Bütün bu zor ortamda bir an önce ne yapması, nasıl yapması gerektiğine karar vermesi gerektiğini düşünen Selçuk, işkencelere, baskılara ve tüm aşağılamalara karşı ne yapacağını bulur;‘’akrostiş!’’ 

Nasıl bulduğunu ise şöyle anlatıyor:

Ne düşünüyordum:

Bir: El yazılı ifade veremezdim; bu yazılar elbet birtakım ellere geçecekti.** İşkenceciler ve ortakları bu yazıları bir yerde kullanırlardı.

İki: Köşk cuntasının benim için ne düşündüğünü bilmiyordum. Diyelim ki istediklerini verdim; ardından ne gelecekti.

Üç: Buradan beden ve ruh sağlığım sakatlanmadan çıkmalıydım; başladığım savaşımı sürdürecektim.

Dört: Kişiliğime ters düşen bir davranışta bulunmayacaktım. Küfür ve tekme yemek, falakaya yatırılmak, beni değil işkencecileri utandırmalıydı.

(…)Ben direndikçe işkencenin dozunun da arttırılacağını anlamıştım. Bu süreç, sonunda beni paçavralaşmaya kadar götürebilirdi. Ne yaparsam şimdi yapacaktım.

Saatler ve saatler, çıkış yolu için kafamı çalıştırıyordum. Sonunda bir şimşek çaktı:

-Akrostiş!..

Selçuk, yönteminin anlaşılabileceği kaygısından ‘’akrostiş’’i yazarken ilk kelimelerin baş harfini değil, tümcenin sondan ikinci sözcüğünün başına koymaya karar verir;

12 Mart’a doğru Türkiye (i)flasa gidiyordu. Demirel iktidarı giderek yoğunlaşan (ş)aibe altındaydı. Üniversiteli gençler sokaklarda, meydanlarda hatta üniversite binalarının çatıları altında (k)atl edliyorlardı. Devletin güçleri, aydınları, askerleri, yargıçları, sorumluları, sağduyu sahipleri (e)ndişe içindeydiler. Gidiş (n)ormal değildi. Anayasa çerçevesi ve yönelişlerine göre davranmak isteyen devlet memurları ve sorumlularına, siyasi iktidar adeta (c)eza tertipliyordu. Siyasi iktidar aydın yazarları (e)zmek amacındaydı. Toplum yaşamında (a)nayasa uygulanmıyordu. Bazı çevrelerde bir ordu müdahalesi (l)uzümlu görülüyordu. Politikacı (t)opluluğu şuursuzdu. Memleketseverler (ı)stırap çekiyorlardı. Bu durumda (n)e yapmalıydı? Önce bir fikir (d)ağınıklığı vardı. Tek çıkar yolu (a)tatürkçülük’te görüyorduk. Ancak atatürkçülüğü günün koşullarına göre derinliğe ve genişliğine bütün boyutlarıyla (y)orumlamak gerekiyordu. İşte devrim dergisi bu (i)htiyaçtan doğdu. Ancak dergi çıkarmaya yetecek para bulmak gerçekten (m)esele idi.

"İşkence Altındayım" kelimesi, işte böyle bir "akrostiş"le ortaya çıkıyordu. Cümlelerin arasına serpiştirilen işkence belgesini ne işkenceciler ne de kendisine gazeteci diyen; her dönemin uşakları tarafından fark edilememişti.

Selçuk, kendi kendisine çok doğal bir soru soruyor: "Korkuyor muyum?" Bu soruyu olabildiğince içtenlikle yine kendi yanıtlıyor:

-Köşke korktun mu? Yanıtlıyorum:
-Korkmaz olur musun!.. Korku insana özgü bir şeydir. Sen de kuşkusuz korktun, ürktün, kimi zaman ürküye bile kapıldın. Önemli olan korkuyu yenebilmektir.

İşkenceyi ise kısaca şöyle özetliyor:

"Falaka ve tekme izleri geçer, elektrik şokları unutulur da, işkencenin insanın yüreğine vurduğu damga silinmez." diyor ve ekliyor: "İşkence altında kalan birinin itirafçı olmasına kızmam, acırım…"

Selçuk’un bu kitabı 1987 yılında çıkıyor. 18. baskısını yapan kitap Cumhuriyet Kitapları’ndan çıkmıştır. 147 sayfadan oluşan kitap, son kısımda kimi belgelere ve fotoğraflara da yer vererek anlatılanları somutlaştırmıştır.

Selçuk, hayatının son döneminde yaptığı kimi yanlışlarına ve hatalarına rağmen çok değerli bir aydındır. İşkence ve baskı karşısında çok akıllıca davranan Selçuk, son dönemlerinde gösterdiği değişimle bu yaşamına gölge düşürmüş olsada her şeye rağmen Selçuk’a sahip çıkılması gerektiğini düşünüyorum.

Ve eminim İlhan Selçuk yaşasaydı, Cumhuriyet gazetesinin restorasyon sürecine alet edilmesine karşı durur ve gazetenin birtakım liberallerin eline geçmesine müsaade etmezdi.

Son olarak Selçuk, gökyüzüne liseyi bitirene kadar hiç alıcı gözle bakmadığından yakınıp, Nazım’ın dizelerine değiniyor. Bize de bu satırları Nazım’ın dizeleriyle bitirmek düşüyor:

Bugün Pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
Kımıldanmadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
Dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
Bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak güneş ve ben…
Bahtiyarım…


* Ziverbey Köşkü diye bilinen yer, Erenköy’de bulunan bir köşktür. İlk kez bu köşkte aydınlar, solcular ve ilerici insanlar ‘’kontrgerilla’’ tarafından sistematik olarak işkence görmüşlerdir. Bu köşk 72 darbesinde çevreye ‘’akıl hastanesi’’ olarak tanıtılıyordu.

Selçuk Ziverbey Köşkü’nü ve işkenceyi şöyle açıklıyordu: 

Erenköy Ziverbey Köşkü’nde bu yöntemleri uygulayanların akıl hocaları elbet ABD’de kontrgerilla kuramını geliştirenlerdi. Ancak özel bazı yöntemlerin uygulandığını da sanırım. Sözgelimi köşk eski bir yapıydı. Ahşap bölümleri hem gıcırdıyor, hem ses geçiriyordu. Böylece işkence sesleri kolayca duyuluyordu. Benim kaldığım odadaki pencere doğaldır ki özel olarak yapılmış bir işkence hücresinin değil, köşkün penceresiydi. Dışarısı görülmesin diye beyaz yağlıboya ile camları boyanmıştı. Sürekli yatakta yatmaya zorlanmak, belki bu yüzdendi. Pencereye yaklaşmanın tehlikeli olacağı düşünülüyordu. Zincir hem moral bozmak, hem acı çektirmek için, hem de sanık kıpırdadığı ve yataktan kalktığında şıngırdasın diye takılıyordu. Faik Türün ve Memduh Ünlütürk’ün daha iyi olanakları olsaydı, kuşkusuz daha gelişmiş bir işkence yuvası hazırlayabilirlerdi.

** Selçuk, bu konuda da haklıydı. Ziverbey Köşkü’nde işkence altında alınan ifadeler savcılıklara gönderilmemiş, devlet destekli Tercüman gazetesine yollanmıştır. Bunun öncesinde ise, alınan bu ifadeler cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Süleyman Demirel’in elinde dolaşmıştır.