Hail, Caesar! ve Coen Kardeşler’in siyaseti üzerine

Güneş İkinci-Hatice İkinci

Blog: Kent Kültür Sanat

Coen Kardeşler’in siyasi bir önermeleri var mıdır? Her iki kardeş de siyaset konuşmaktan hoşlanmadığı için bunu bilemiyoruz. Ama biz bu yazıyla, Coenler’in son iki filmini karşılaştırarak, siyasi görüşlerine ilişkin bir fikir sahibi olma arayışını deneyeceğiz yine de.  


Birçoğumuz, Coen Kardeşler’in sinemasını, 1996’da, “en iyi özgün senaryo” Oscar’ını aldıkları “Fargo” ile tanıdı. 1984 yılından itibaren sırasıyla çektikleri Blood Simple, Raising Arizona, Miller Crossing, Barton Fink ve The Hudsucker Proxsy filmleriyle tanışmamız ise Fargo dönemi sonrasına aittir. Aralarında bizim de bulunduğumuz “bazıları” açısından bu tarih önemlidir. Çünkü bu tarihten sonra; yaklaşık iki-üç yıl arayla film yapan Coenler’in bir sonraki projelerini bekliyor olmak, bu “bazıları” için, günlük hayatlarının olağan bir parçası haline gelmiştir. 

Amerika’nın en önemli bağımsız sinemacıları olarak anılan Joel ve Ethan Coen -gerçi onlara ‘bağımsız’ demek, ne kadar doğru, orası tartışmalı ama- ülkelerinde de büyük bir ilgiyle takip ediliyorlar. Üstelik filmlerinden sadece birkaçının gişede başarılı olmuş olmasına rağmen.

Coenler’in sineması hakkında, teknik olarak çok şey söylenebilir. Söyleniyor ve yazılıyor da. Ama biz bu kısmı, “görülesi ve muhteşem” diye tanımlayarak, geçiştiriyor ve işi uzmanlarına bırakmak istiyoruz.

“Amerika ve Amerikalılık” mefhumunun ne olduğunu anlamak, günlük geçimimizden geleceğimize, siyasetimizden inancımıza, beğeni ve zevklerimizdeki seçimlerimize kadar epey bir alanı tanımlayabilmek adına önemlidir bizim için.  Önemlidir, çünkü özellikle son yüzyıldır halkların canına okuyan ABD politikalarının sürdürülebilirliliği, sıradan Amerikalıların rızası alınarak sağlanıyor.

Coen Kardeşler, her şeyden önce bu açıdan önemlidir bizim için.  Her bir filmleri ile Amerika’yı ve rızası alınmış bu sıradan Amerikalıları iliklerine kadar anlatırlar bize. Onların anlattığı Amerika bir enkazdır aslında, büyük Amerikan rüyası ve bir sistemden geriye kalanlardan oluşan. 

Öylesi bir toplumda, “yırtmaya” çalışan sıradan Amerikalıların, her seferinde işi, yüzlerine gözlerine bulaştırmaları Coenler’in başlıca hikayeleridir. İster sıradan bir berber olsun isterse bir mafya babası, kimse “yırtamaz” Coenler’in dünyasında. Her ne kadar bu durum, yazdıkları karakterlerinin “beceriksiz, başarısız, saf, mantıksız, açgözlü” gibi özelliklerinden kaynaklanıyor görünse de Coenler hikayelerinde, böylesi bir toplumda “yırtmanın” mümkünsüzlüğünü anlatırlar.

Coenler’in el atmadığı herhangi bir Amerikan değeri yok gibidir. Amerika’yı Amerika yapan her bir değeri, son derece eğlenceli ve komik bir anlatımla, her seferinde yerle bir ederler gözümüzün önünde.

Buna karşın Coenler’in siyasi bir önermeleri var mıdır? Her iki kardeş de siyaset konuşmaktan hoşlanmadığı için bunu bilemiyoruz. Ama filmlerinde siyasi gönderme, özellikle de SSCB ve Rusya’ya gönderme yapmaktan hoşlandıklarını biliyoruz. İlk filmleri Blood Simple’ın açılış sahnesinde, fondaki ses bize şunları söyler:

“Dünya şikayet edenlerle doludur, durmayın şikayet etmeye devam edin. Dertlerinizi komşularınıza anlatın, nasıl kaçıştıklarını görecekseniz. Rusya’da planlamışlar, böylece herkes herkesin iyiliğini istiyor. Hiç değilse teoride böyle. Ama ben sadece Teksas’ı bilirim. Burada herkes kendi başının çaresine bakar”.

Coenler’in sinemasında bu ve bunun gibi birçok göndermeye rastlamanız mümkündür, bu göndermelerinden siyaset çıkarmak ise zor.

Ama biz bu yazıyla, Coenler’in son iki filmini karşılaştırarak, siyasi görüşlerine ilişkin bir fikir sahibi olma arayışını deneyeceğiz yine de.

Coenler’in, 1960’larda geçen ve bir folk şarkıcısının “yırtmaya” çalışma hikayesini anlattıkları Inside Llewyn Davis filmi, Amerikalı okur yazarlar ve solcular tarafından büyük eleştiriler aldı. Coenler, Llewyn Davis karakterini yaratırken, ünlü folk şarkıcısı Dave Van Ronk’un hikayesinden esinlendiklerini söylüyorlardı. Tartışmalar da bu nokta da kilitleniyordu işte.  Eleştirilere göre film hiçbir şekilde bizi, o dönemin ruhuna sinen siyasetten haberdar etmiyordu. Ve bu, Coenler’in bilinçli kusurlarıydı.

Filmde bize gösterilen tarih, Bob Dylan, Dave Van Ronk, Joan Baez ve Pete Seeger’ın, o yıllarda başını çektiği folk hareketinin tarihiydi. Bu dönemin siyaseti de filmi eleştirenlerin söylediklerine göre, en yalın haliyle; “halkların daha özgürce yaşama isteklerine dair vurgunun tüm toplum tabanına yayılmaya çalışılması, sivil haklar istemi ve sosyal adalet kavramının anlaşılabilmesi” üzerine kurulmuştu. Yine eleştirilere göre, filmin karakterleri, o dönemi sembolize eden “devrim” hakkında da herhangi bir tutum sergilemiyorlardı.

Coenler, bir müzik hareketinden devrim çıkmayacağını zaten biliyor olabilirler mi?  Ya da siyaset yapmaktan gerçekten de çekindiler mi? Kafalarından ne geçtiğini bilmiyoruz doğal olarak.

Son filmleri Hail, Caesar!'a gelince, Coenler, bu filmleri ile aslında siyaset ve devrim fikrine o kadar da uzak olmadıklarını gösteriyorlar bize.

Filmi uzun uzun anlatmak bu yazının konusu değil. İzlemenizi şiddetle önereceğimiz son derece eğlenceli film, 1950’lerin Hollywood’unu ve bir yıldız oyuncunun komünistler tarafından kaçırılmasını anlatıyor. Holywood’un hakkı yenmiş, sömürülmüş senaristlerinin, bir Harvard’lı profesör önderliğinde örgütlendiği bu grup, kendilerine “Gelecek” ( the Future) adını vermiş. Çünkü biliyoruz ki Marx ve Engels tarafından ortaya konan yasalarına göre, gelecek onlar.

Hollywood yıldızımız Baird Whithlock, tarihsel materyalizm, diyalektik ve ekonomi-politikten söz eden komünist grup tarafından kısa sürede ikna ediliyor. Ve o da onlardan biri olmaya karar veriyor. Gelecek örgütü üyelerinin söylediklerine göre; “biz, ‘küçük adam’ diye tanımlayabileceğimiz ezilenlerin yanında olmalıyız tabi ama bunun, bu muhteşem doğa yasasının karşısında pek bir önemi de yok”.  Ve bu yasalara göre tarih, sınıf savaşlarının tarihidir.

Yıldızımız Baird Whithlock’un bırakıldıktan sonra iş bitirici stüdyo yöneticisine, kaçırılma deneyimini, “çok ilginç adamlardı gerçekten. Her şeyi açıklayan yasalar geliştirmişler. Tarih, sosyoloji politika, ahlak her şeyi açıklıyor adamlar. Ve bunları bir kitapta toplamışlar; adı Kapital, ‘k’ ile yazılıyor” diye anlattığı sahne ile Gelecek örgütü üyelerinin, fidye olarak aldıkları parayı, SSCB’ye iltica eden bir aktör aracılığıyla Komintern’e göndermeye kalkışmaları da filmin unutulmazları arasında yer alıyor.

Princeton Üniversitesi Felsefe Bölümü mezunu olan Ethan Coen’in “siyasetsizliklerine” dair eleştirilere, bir felsefi kuram ile cevap verdiğini düşünmememiz için bir neden yok gibi görünüyor.

Yine de Coenler’in, Hail, Caesar! ile bunu yapmayı gerçekten hedefleyip, hedeflemediklerini bilmiyoruz. Ama birer komünist ve Coenler hayranı olarak, bunu yapmış olmalarını ummak istiyoruz.

Bu yılın Oscar ödüllerinde altı dalda aday olan Bridge of Spies filminin senaryosunu yazmalarına dair eleştirileri ise “muazzam bir Amerikan değeri olan Steven Spielberg’e Coenler’in el atmaması düşünülemezdi zaten” diye yanıtlayalım.

Ve son olarak,  gelecek projelerinin Ross McDonald’ın “Black Money” isimli kitabının film uyarlanması olacağını hatırlatarak, bitirtelim.