Hayır Diyemeyen 'No'dan Sonra Neruda Olmayan 'Neruda'

Gülcan Beyaz

Blog: Kent Kültür Sanat

“...Soracaksınız: Şiiri neden

düşleri anlatmıyor, yaprakları
ve büyük yanardağlarını anayurdunun?...”

 Sahi Pablo Neruda şiiri düşleri anlatmıyorsa neyi anlatıyor? Ya da şair ısrarla düşleri anlatmadığını vurgularken, şiirlerinde düşlerden başka bir şey bulamayanlara ısrarla anlatmak istedikleri ne? Şiirlerinde İspanya İç Savaşı'nı, devrimcileri, Şili halkını, mücadeleyi ve tüm bunları kimin için yazdığını anlatır da Neruda; görmek istemeyen göz, duymak istemeyen kulak sadece doğayı, aşkı, kadınları bulur Neruda’da.

“...Ne kitaplar beni ağulasın diye yazdım,
Ne de zambak peşinde koşan;
Acemi çaylaklar için!
Ayı ve suyu dileyen
Basit kişiler için yazdım:
Düzen isteyen, ekmek ve şarap isteyen
Alet ve gitara isteyen
Basit halklar için
Halk için yazdım...”

Şaire dair

Sanatını mücadelesine adayanlardan değil Neruda, zaten başka türlüsünün mümkün olamayacağını bilenlerden, yani bizden biri. 1904’te Şili’nin Parral kentinde doğan şair, “Ülkenin öbür ucundan biriyim ben. Dev ormanları olan yeşil topraklarda doğdum. Çocukluğum yağmur ve kar altında geçti... Ormanlarda, ırmak kıyılarında her şey insanla konuşur. Çöl ise böyle bir bağlantı kurmayı bilmez. Çölün dilini, suskunluğunu anlamıyordum.” der. Çölün dilini anlayamadığı halde insanının çelişkilerini, dertlerini anlar, her nerede olursa olsun düşmanın ortak ve ancak birlikte mücadele verilerek yenilebileceğini anlatır. Ülkesinin İngilizler, Almanlar ve başka “sömürgeciler” tarafından el konulan madenlerinin, fabrikalarının önünde işçilerle buluşur ve üyesi olduğu Şili Komünist Partisi’ni onlarla buluşturur. Ezilen halkların hakkını arayacağını söyleyen Gonzalez Videla’nın seçim mücadelesinin propaganda şefi olur Neruda. Ancak Videla, seçildikten sonra grevdeki madencilere karşı baskı uygulamaya başlar. Bu baskıları protesto eden Şili Komünist Partisi yasa dışı ilan edilir. Partinin yer altına çekilmesiyle Neruda’nın yurt dışına kaçmasına, orada daha etkin olacağına karar verilir. Neruda yurt dışına kaçışına kadar, tutuklanmamak için bir süre gizlenmek zorunda kalır. İşte Pablo Larrain’in filmi “Neruda” şairin gizlendiği bu süreci konu edinir. Şairin yaşamının bu dönemini merak edebilecek izleyicilere en başta söylemekte yarar var; izleyeceğiniz film biyografik bir film değildir. Ne şairin hayatının bir dönemini ne şiirlerini ne kişiliğini ne de O’nun Şili’sini anlatmaktadır. Film, hayal ürünü olan karakterleri ve kurgusunun içine gerçekte yaşamış bir büyük şairden parçacıklar savurmuştur. Şairi anladığı şekliyle bu parçacıklar; arabalar, kadınlar ve partiler, tabi bir de Neruda insanları çok severdi söylemi.

Larrain’in anlattığı

Film polis dedektifi Oscar’ın bizzat Videla tarafından Neruda’yı yakalamak için görevlendirilmesiyle başlar. Açılış sekansı boyunca Neruda ve komünistler hakkında dinlediğimiz anti-propagandif sözler Oscar’a aittir. Ve Larrain, Oscar’ı anti kahraman yapmaya bile kıyamaz. Klasik anlamda ne iyi vardır filmde ne kötü; söz gelimi Neruda’nın da sapkın davranışları vardır, bunun yanında Oscar da pekala iyi edebiyattan anlar. Fırsat verilse belki Neruda’dan bile iyi şair olurdu kim bilir. Oysa dedektifimiz hayata zor koşullarda başlamıştır ve babasının bile kim olduğunu söyleyemeyecek bir hayat kadını tarafından doğurulmuştur. Buna rağmen mesleğinde iyi de yerlere gelmiştir. Neruda böyle midir ya? O, kadınların ve şarabın önüne altın tepsiyle sunulduğu şair, biraz heyecan aradığı için bir kovalamacaya başlar; bulunmak istediği bir kovalamaca. Bu kaçış sürecini kendi sözleriyle “Hemen hemen her gün başka bir yerde kalıyordum. Her yerde beni saklayacak insanlar kapılarını seve seve açıyordu. Bunların çoğu hiç tanımadığım kimselerdi; birkaç gün için de olsa beni saklamayı arzu ettiklerini söylüyorlardı. İster bir saat, isterse bir hafta için olsun, vatandaşlarım bana kollarını açıyordu! Saklandım; limanlarda, tarlalarda, şehirlerde, depolarda, köylülerin, mühendislerin, avukatların, denizcilerin, doktorların ve maden ocağında çalışan işçilerin evlerinde.” diye anlatan şaire karşı halkın duyduğu sevgi nasıl görmezden gelinebilirdi peki? Larrain’in yanıtı açık; görmezden gelemediğini, basitleştirir ve değersizleştirirsin. Beyaz ceketini çıkarıp ayakkabısız ve yoksul bir kıza giydirmektir filmimizin insan sevgisinden anladığı, yoksa mesele yüzünü bile görmediğin insanlar için mücadele etmek, hatta ölebilmek meselesi değildir!

Film, biçimsel özellikleri ve filmin gerçekliğinde var olup olmadığı belirsiz, şairin kendi zihninde yarattığı karakter tarafından kovalandığı senaryosu itibariyle büyülü gerçekçilik akımının kimi öğelerini barındırıyor. Oysa yine aynı topraklarda doğmuş olan bu akım, toplumsal sorunları dile getirebilmek amacıyla ortaya çıkmıştır. Yani politik bir kaygıyla biçimlenmiş olan bu akımda fantazi ve gerçek bir arada yer almıştır. Larrain’in şeklen ve fantazi öğeleri bakımından bu akımdan etkilenmediğini söylemek zor. Ancak akımın asıl ortaya çıkış sebebini oluşturan politik kaygı ve gerçeği anlatma çabası Larrain’in liberalizmi tarafından görmezden gelinmiş.

Aynı yönetmenin Şili halkının ve sendikaların sokak sokak, fabrika fabrika örgütlediği haklı mücadelesini bir reklam filmi zaferi şeklinde anlatan “No” filmini de unutmamak gerek. Şili gerçeklerinin doğru bir şekilde yansıtılmadığı eleştirileri için; yanlış bir bakış açısı olduğu, sonuçta kendisinin gerçeklere dayalı kurmaca bir film yaptığı savunusunu dile getirir. Hiç bir gerçek öge barındırmayan, fantastik bir film yapacak bir yaratıcının bile gerçeklere nereden baktığı, nasıl yorumladığı eserini oluştururken başvurduğu ilk kriterdir. Neruda bir seferinde Gonzalez Videla için “Adam bir ip canbazından başka bir şey değildi. Büyük şamatalarla kendini solcu olarak göstermeyi başarıyordu. Bu “yalan komedisi”nde bileylenmiş bir dünya şampiyonuydu.” der. Videla’nın Şili için, Syriza’nın Yunanistan için yaptığının aynısını Larrain sinema için yapmakta. Neruda ile röportaj yapmış olan Curzio Malaparte şunları yazar: “Eğer ben de Şilili bir şair olsaydım, Pablo Neruda gibi yapardım. Bu ülkede şair bir karara varmalıdır. Ya Cadillac’lar ya da ayakkabısız ve okulsuz insanlar!”

Neruda’yı okumak, Neruda’yı izlemek

Neruda’yı merak edenlerin ilk başvuru kaynağı kuşkusuz Neruda’nın kendi eserleri olmalı. Şairin hayatından kesitler anlattığı otobiyografik kitabı “Yaşadığımı İtiraf Ediyorum”da insan olan, şair olan, komünist olan Neruda’yı bulabilirsiniz. Neruda’ya dair verilmiş olan eserlerden Antonio Skarmeta’nın Türkçeye “Neruda’nın Postacısı” ve “Ateşli Sabır” olmak üzere iki farklı adla çevrilen “Ardiente Paciencia”sı yine yazarı tarafından 1983’te filmleştirilmiştir. Aynı eser 1994’te “Il Postino” adıyla yeniden sinemaya uyarlanmıştır. Skarmeta’nın çalıştığı gazete kendisinden “ozanın erotik coğrafyasını” anlattığı bir Neruda röportajı yapmasını ister. Ancak bu röportaj gerçekleşmez, bunun yerine Skarmeta 1982’de önce tiyatro oyunu olarak yazdığı eserini 1985’te roman olarak yeniden üretir. Söz konusu röportajın gerçekleşmeme sebebini “...benim terbiyem yüzünden değil, ozanın bazı ilkeleri yüzünden gerçekleştirilemedi.” diye açıklayan Skarmeta’nın Neruda anlatımı Larrain’inkinden çok daha onurlucadır.

Son söz yerine: Bir "Tarih" notu

Yazıyı sonlandırmak, Larrain'in konumunu daha iyi anlamak için, bir ölçüde geriye açılıp tarih ölçeğinden de bakmakta fayda var:

Latin Amerika 20. yüzyıla damga vurmuş ve rengini çalmış coğrafyalardan biri. Sadece, kıtanın, yüzlerce yıl kanını emen kolonicilerin ardından bu defa da emperyalistlerin vahşi ve acımasız sömürüsüne muhatap olması nedeniyle değil, bu sömürüye baş kaldırması nedeniyle böyle. Kıtanın pek çok ülkesi, kendine arka bahçe muamelesi yapan başta ABD emperyalizmi olmak üzere, tüm emperyalist müdahalelere kafa tutmaya soyunan bir mücadeleye zemin olmuştu. Yoksul halkın isyanı, yine pek çok ülkede komünist partilerle, aydınlarla kol kola gelişmişti. Bu bileşim sanat alanında hem özgün renklerini ve formlarını yaratmış (büyülü gerçekçilik, üçüncü sinema, yeni şarkı vb. ekoller) hem de tüm dünyaya yayılan eşitlik, özgürlük, kardeşlik mücadelelerine enerji taşımıştı.

Yazımızın konusu itibariyle sinemaya burada özel bir yer açmamız gerek: Üçüncü Sinema olarak sinema tarihinde yerini alan ekol, tüm kıtada elbette homojen değildi, nüanslar barındırıyordu ama yine de şu çok açıktır: Latin Amerika'da Üçüncü Sinema başlığı altında toplanabilecek tüm filmlerin ortak özelliği, i) mülksüzleştirilmiş emekçi yoksul halka bağlanma, ii) başta emperyalizm olmak üzere o halkın verili haline neden olanlara dönük büyük bir öfke ve iii) bu durumu değiştirmeye kararlı bir irade ve iyimserlik ufkunda ortaklaşmalarıydı. Yoksul halka bağlıydılar çünkü ya kendileri de zaten o halkın içinden geliyordu ve zaten yoksulluk ve cefa göz yumulamayacak haldeydi. Emperyalizme dönük öfkeleri, kendi ülkelerindeki işbirlikçilere ve kozmopolit aydınlara kadar uzanıyordu çünkü halkın verili halini şu ya da bu nedenle mazur göstermeye soyunanlar, halkın emekçi karakterli, gelişkin ve topluma maledilebilecek bir kültür yerine dünyaya sermayenin gözlüğüyle bakmasına sebep olanlar, halka en büyük ihanetlerden birini yapıyorlardı. Toplumsal kurtuluş, tüm Latin Amerika'nın kurtuluşu, eşitlik ve özgürlük, ulaşılabilir ve gerçek hedeflerdi.

Üçüncü Sinemacıların bugün de miras alınması gereken bu değerli özellikleri, bu çarpıcı nitelikleri, Latin Amerika'da ardı ardına gelen darbeler, baskıcı dönemler ve nihayetinde neoliberal politik-ideolojik-iktisadi saldırganlıkla silindi, sahibini kaybetti. Latin Amerika kendi içinden Gettino, Sanjines, Rocha, Solanas, Guzman gibi pek çok önemli sinemacı yetiştirmişti ama bahsettiğimiz neoliberal dönemin ardından, hâlâ hayatta olanlardan üretenlerin bir kısmı daha liberal konumlara savruldu; politik örgütlülüğün eşlik etmediği konumlanışların başına çoğunlukla geldiği gibi... Daha yeni ve genç kuşaklar ise neoliberal ideolojinin basıncıyla, eşitlikçi yurtsever konumlanıştan uzaklaşıp, daha küçük, yerel ölçeklere, daralmış ve kısırlaşmış bir dünya ve nesnellik kavrayışına teslim olmuş oldular. Neoliberal ideolojilerin basıncı, kendi başına ideolojik düzlemde kavranabilecek bir süreç değil elbette: Şilili belgeselci Patricio Guzman'ın bir söyleşisinde örneklediği üzere,  Pinochet'den sonra Şili'de iktidara gelen sosyal demokrat politik doğrultuların Pinochet dönemiyle de, emperyalizmle de hesaplaşmayı becerememelerine paralel bir ufukla, sinemacılar da Üçüncü Sinema mirasını da, Neruda ve benzeri eşitlikçi toplumsal mücadeleler boyunca devleşmiş figürleri ve miraslarını kavrayıp değerlendirmek olanağını ellerinden kaçırdılar.

Üçüncü sinemacıların "ne pahasına olursa olsun, yoksul halkı anlatmak, onların penceresinden dünyaya bakmak, onların sesini duyulur hale getirmek" tutumları, yerini piyasaya eklemlenerek söz söylemek gibi bir tutuma bıraktı. Gerekiyorsa kendi gösterim ağını yaratmak, Holivudçu ve festivalci mükemmeliyetçiliğe karşı "mükemmel olmayan bir sinema"yı savunmak çabaları, sesini duyurmak için ya dağıtım tekellerinden ya da festivallerden övgü alma refleksine yerini bıraktı. Beğeni kaygısı, film yapacak parasal-teknik olanaklara yakın durabilme arayışı, toplumsal sorumluluğun önüne geçti.

Hal böyle olunca, aynı bizdeki 12 Eylül filmleri ve dizileri gibi, gerçek bir toplumsal kurtuluş için verilen mücadelelerin ezilmesinin toplumda yol açtığı gerçek yaralara dokunmaya çalışan ama tam da o gerçek toplumsal kurtuluş fikrine uzaklığı nedeniyle, buna ancak tarihsel dekor ve kostüm çerçevesinde yaklaşabilen yapımlar kapladı ortalığı. Aynı bizde Yılmaz Güney'in sinemasının şu an sahipsiz kalışındaki gibi, Üçüncü Sinema mirası da, biçimsel olarak da içeriksel olarak da sahipsiz kalmış oldu.

Bir film asla "sadece bir film" değildir ve aslında, "yetmez ama evet" ile "yetmez ama hayır"ın kavgasıdır bu.