Sanatın aktüel öyküsü

Fırat Arapoğlu

Blog: Kent Kültür Sanat

Eylül ve Ekim ayının sanat gündemine Artinternational Fuarı ve İstanbul Bienali oturdu ki, bu iki etkinliğin paslaşmasını ve ardından Contemporary İstanbul Fuarı’nın geldiğini bir hesaplama olarak görmemek için, cidden inanarak “görmek istememek” gerekiyor.  Her birine kısaca değinmeye çalışarak bu gündeme dair düşünceler üretilebilir kanımca, gerçi en nihayetinde yargılar izleyiciye ait kalmak kaydıyla.

İstanbul’da sanat fuarlarının sayısındaki artış – Türkiye diyemiyoruz, zira sanatta kapitalin ve prestijin merkezi konumu İstanbul şehridir - sanat piyasasının yapısını sunan bir göstergedir ve İstanbul’daki sanat fuarları, bu minvalde sanat ekonomisini canlandırmaya çalışan bir niteliğe sahip. Contemporary Istanbul’un 10. versiyonunu beklerken, ister istemez şu soru akla geliyor: Peki, bu fuarlar mevcut ekonomik krizden etkilenmiyorlar mı? Kabul, neticede fuarlar galerilerin müzayede evleri ile yarışmalarında en önemli kozlardan; zira galerilerin satışlarını, müzayede evleri büyük ölçüde kesiyor. Bundan dolayı galerilerin hayatta kalmalarına katkı sağlayacak şekilde fuarlarda bir gelir sağladığı da açık. Bir rakamsal paylaşım olarak, uluslararası Artinternational Fuarı 30 binden fazla kişinin gezdiği, 2 bin koleksiyonerin toplamda 30.2 milyon dolarlık alım yaptığı bir rakama ulaştı son versiyonunda. Böylece iki kazanan kesim var; galeriler ve sanatçılar. Fuarın yeni ekonomik gelişmelere adaptasyonu ve galerilerin fuar alanında göstereceği strateji, her ikisinin de hayatta kalma olasılıklarını gösteren bir unsur olarak görülebilir. Öte yandan genç sanatçılar için fuarlar oldukça önemli, çünkü görünürlüklerinin gerekliliği ve galeriler ve girişimlerin de yeni, taze soluk getirmek adına genç sanatçıları fuarda sunmaları aşikar – isterse alternatif, kar amacı gütmeyen olsun, sembolik sermaye kavramının herkes farkında. Galerilere gelince, satış oranlarını net bilemiyorum ama ekonomi kriz ortamında, satış için koleksiyoner ikna etmek zor geçebilir, ama bu bizim derdimiz değil.

Fuarlarda homofilik bir yaklaşım hala mevcut. Modern galeriler modernlere, post-modernler de post-modernlere doğru bir eğilim gösteriyor. Farklı yaklaşımların sunulabilmesi açısından iyi olabilir bu, ama büyük galerilerle bir arada sergilenen yeni ya da küçük galerilerin varlığı seçkinci bir grup tarafından eleştiri alıyor. Fuarlar arası bir yarışın olduğu görülürken (Artinternational/Contemporary İstanbul), seçici kurulların bu konuda çok incelikli düşündüklerini varsaymak olası. Çokültürlülük politikasının, global ekonomi içerisindeki parametrelerden birisi olduğunun kanıtlarından birisi, fuarda ve katalogdaki bir Esperanto olarak İngilizce dilinin kullanımı. Herkes farklı kökenlere sahip ama dil aynı. Fuarların kalıcılığını zaman gösterecek elbette, bazıları iflasa sürüklenebilir ve öyle olacakta da. Yine de, “kötü de olsa fuarlar devam etsin” diyenlere, her şeyin olmasının gerekli olmadığını, bazen daha doğru zamanların beklenmesi gerektiğini de anlatmak gerekiyor.

Artinternational ya da Contemporary İstanbul, farketmez, fuarın başarılı olup, olmadığının kriterlerini belirlemek çok zor. Sistemin iyi ya da kötü galeriyi/sanatçıyı belirlediğini ileri sürebileceğimiz gibi, enstalasyon/video vs. olsun, iyi bir işin iyi bir kompozisyon ve malzeme kullanımından geçtiğini belirterek, klasik eleştirel değerlendirme de ileri sürülebilir. Sanat gibi yüksek oranda kesinlemenin mümkün olmadığı pazarlarda, ağ ilişkilerindeki bilgi akışı önemli bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Hem estetik hem de finansal olarak bir ürünün değerini belirlemek konusunda bir sıkıntı var, ama her daim olduğu gibi, su akıp yatağını buluyorken, gelin İstanbul Bienali’ne göz atalım.

Sanat dünyasının merakla beklediği ve konsept metnini başlangıcından bugüne yorumlamak için ustalıklı bir dikkat gerektiren –gerekirse tabii–, zira üst perdeden konuşan 14. Uluslararası İstanbul Bienali başladı. Carolyn Christov-Bakargiev’in “Tuzlu Su: Düşünce Biçimleri Üzerine Bir Teori” başlığı ile sunduğu bienal, metninin –günahı bir tek ona yüklemeyelim, son dönemlerdeki her bir İstanbul Bienali gibi– her yöne çekilebilirliği ve özenli sıkıcılığıyla bayıyor, ama mekan çoğunluğu açısından umut verici. Otuzun üzerinde mekan hiçbir şey olmasa, İstanbul Bienali’ni gezmek için gelenler için şehir dokusunu biraz olsun hissettirebilecek.

Bienal katalogu editöryel çalışma ve katalog tasarım açısından fena değil; Süreyyya Evren tebrik edilebilir. Fakat katalogun tam analizi vakit alacak, 500 küsur sayfalık çalışmayı hem metinlerarası ilişkileri hem de bunların bienal ile olan ilişkisi ve bu ilişkinin başarısı ya da başarısızlığıyla analiz etmek zaman ve mesai gerektiriyor. Christov-Bakargiev’in çerçevesine dair yorumum ise net: Küratöryel bir spekülasyon yığınıdır: Dalgaların kıvrılması, tuzlu su akıntılarının yön bulması ve denizler arası ilişkiler, akıntılar ve düşünce biçimlerinin cisimleşmiş halleri: Farkları nelerdir bu bienalin ortalama bir standart küratör ve galerili bir sergiden? Sınıf çelişkilerinin üzerini örtmenin açık ama farklı bir versiyonuyla daha karşı karşıya izleyici.

İşlere gelince, “Kanal” kısmı ve “Bir Avustralya Hikayesi” başlıklı, Aborjin sanatçıların işlerinin alanın sergileme mantığı, birer gösteri, küratörün bu oyunu –istediği kadar Art Power listesine girsin, bu olgu o listeyi dikkate alanları bağlar– ciddi oryantalizasyon içermektedir. Öte yandan Ermeni Soykırımı’nın 100. yılına denk düşecek biçimde Sonia Balassanian’ın “Taşların Sessizliği” çalışması, Etel Adnan’ın “Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonundan Aile Hatıraları”, Paul Guiragossian’ın modernist resimleri sergide dikkate değer işlerden. Aslı Çavuşoğlu’nun “Kırmızı” çalışması, Elmas Deniz ve Orhan Pamuk’un işleri ise sunum olarak yeterli değil ile facia arası çizgideler. Anton Vidokle, Artık İşler Kolektifi ve Sanatçı Pelin Tan’ın bienal açılışında eserlerin tanıtımını 15 dakikalığına duraklatılması çağrılarının da reel-politik bir düzleme oturmadığını açıktır: Pelin Tan, “Anton ile birlikte Kürt sorunun İstanbul’a getirilmesi gerektiğini düşünmüş”. Kürt isyanını bienale taşıyarak, buradan bir ses üretme çabası, bienalin (ol(a)mayan) politik dili ve çerçevesinin içerisinde ancak bir çeşni olabilir. Bu ne Kürt emekçi sınıfı ne de genel ezilen sınıflar üzerinden bir kazanıma işaret etmez.

Çağdaş sanat cemaati içerisinde bienaller birer “marka” ve “yıldız” yaratma potansiyelini taşıma iddiasını sürdürdükçe, ortaya hep bilindik sonuçların geldiği aşikar. Her ne kadar Christov-Bakargiev çok bilinmedik isimleri alsa da, biraz uluslar arası sergi gezenler için çoğun isim bilindiktir. Robert Smithson’ın “Sarmal Dalgakıranı”, yerli Yolngu halkının atalarından kalma araziler ve denizler üzerindeki haklarını istedikleri dilekçeleri, Vernon Ah Kee’nin videosu, Richard Ibghy & Marilou Lemmens ikilisinin Peygamberler çalışması ilke etapta akılda kalanlardan. Marwan Rechmaoui’nin “Kütüphane Projesi” de bunlara eklenebilir.  

Şimdi fuarı bekliyor sözde-muhalif sanatçılar. Bakalım seçim sonrası Contemporary İstanbul’da hangi muhalifliklere şahit olacağız. Eee, herkes muhalif günümüzde, neye ve nasıl ve niçin muhalif olduğunu bilmeden!