Almanya'da Sosyalizm: Karşı safları iyi tanımak

Engin Karaman

Blog: Kent Kültür Sanat

“Gezi hakkında bu kadar yalan söyleyenler 90’larda yaşananları kimbilir nasıl çarpıtmıştı!”, “Tabut başında siyaset yapanlar bu zamana kadar neleri istismar etmemiştir ki!”, “Bu yolsuzlukları bile hasıraltı edebiliyorlarsa şimdiye kadar neleri gizlemişlerdir!" ve benzerleri...

Bu tür bir "idrak etme" haline biz, 2013 Haziran'ında tanık olmuştuk. Sokağa dökülen milyonlara gaz bombaları ve silahla yanıt verilirken, kimi televizyon kanalları "terörist" edebiyatı yapıyordu ve sokaktakiler, bizzat yaşadıkları olaylarla geçmiş arasında yukarıdaki gibi bağlantılar kuruyordu.

Her şeyden önce bu, bir “bilinçlenme” hali olarak olumlu bulunabilir. Bizzat tanık olduklarımıza dayanarak geçmişe yönelmek ve karşımızdaki özneye ilişkin yeni ve daha geniş bir kavrayışa sahip olmak. Daha önemlisi, karşımızda her ne varsa, geçmişle bugün arasında bir süreklilik arz ettiğini farketmek.

Diğer yandan bu, oldukça ilkel bir bilinçlenme yolu. Tarih kavrayışı her seferinde bu kadar tesadüfi, bu kadar el yordamıyla olmak zorunda mı? Üstelik karşımızda duran ve süreklilik arz eden şeyi tanımlamanın daha iyi bir yolu yok mu?

TARİHE SINIF PENCERESİ
İşte tarihe sınıf mücadeleleri penceresinden bakmak, tarihi "yapmanın" bir yolu olarak, bundan defalarca kez daha gelişkin bir yol sunuyor. Sosyalizm deneyimlerini okumak, yukarıda bahsedilen “farketme” halini içererek aşıyor ve ideolojik mücadelenin bir aracı olarak "karşımızdakine" ilişkin gelişkin bir kavrayış sağlıyor: Emperyalizmin ve sermaye çıkarlarının sosyalizmle giriştiği zorlu, karmaşık ve uzun soluklu savaş ve bahsedilen sınıf aklının bugün de izleyebildiğimiz sürekliliği. Bu bütünlüklü kavrayış, sosyalist bir hattın zeminindeki ideolojik motiflerinden birisi kuşkusuz.

Evet karşımızda, elbette mükemmel bir işleyişe sahip olmayan, fakat sınıf güdüleri son derece güçlü ve tarihten dersler çıkarabilen bir “akıl” var ve bu yalnızca sınıf mücadeleleri penceresinden tanımlanabiliyor. Tam da bugün, emperyalizm kavramı sol cenahta yeniden çöpe atılmaya çalışılırken sosyalizm deneyimlerini okumak, sermaye çıkarlarının hangi yollardan ve ne tür dolayımlarla kendisini cepheye sürdüğünü anlamanın yollarından birisi. Elbette onunla nasıl mücadele edilmesi gerektiğini de yeniden düşünüyoruz, sosyalizmin sınırlı ama değerli deneyimlerini okurken.

Ne yazık ki çoğu zaman acı çekerek... Milyonların dişiyle, tırnağıyla ve çoğu zaman canıyla kurduğu değerlerin -geçici bir süreliğine de olsa- yok edilmeye çalışılması nasıl acı vermez? İkinci Dünya Savaşı'nda sanayisinin yüzde 70'ini kaybeden, harabeye dönmüş bir coğrafyanın yeniden ayağa kaldırılmasını kim küçümseyebilir?

Almanya’da Sosyalizm, Yazılama Yayınevi tarafından, Türkçede sayıları oldukça az olan Alman Demokratik Cumhuriyeti (ADC) incelemelerine değerli bir katkı olarak yayımlandı. Komünist tarihçi Ernie Trory'nin kaleminden, ADC henüz Federal Almanya tarafından yutulmadan önce, 1979 yılında basılan bu inceleme, aslında politik bir broşür olma niteliği taşıyor ve tarihe yönelik çarpıtmaların önüne geçmek üzere hazırlanıyor. Yine Yazılama'dan basılan ve ADC lideri Erich Honecker'e ait Moabit Hapishanesi Notları ile birlikte okunması gereken bir belge. Yalanlarla bezeli bir “tarih”in karşısına, bir yenisini koymak için önemli.

İRONİYDİ, 'YAYGIN KANAAT' OLDU
“Alman Demokratik Cumhuriyeti mütemadiyen gri, hapishane gibi ve kasvetli olarak sunulurken, karşılaştırıldığı ülke, yenilikçi ve modern bir ülke olarak sunulan Federal Alman Cumhuriyeti oldu.”

Britanya Komünist Partisi’yle ilişkili Labour Monthly dergisinin Eylül 1973 tarihli sayısında Jack Cohen, bu satırları bir ironiyi ortaya sermek için yazıyor. Federal Alman Cumhuriyeti’nin NATO karakolu olarak sosyalizme karşı harekatların merkezi olduğu bir sırada, yukarıda aktardığı karşılaştırmanın ironik olduğunu belirtmek için Cohen’in fazla çaba göstermesine gerek yoktu. Geleceksizlik ve savaş dışında insanlığa hiçbir şey vaat etmeyen köhnemiş kapitalist dünyaya ve Federal Almanya’ya bakmak yeterliydi.

İşin can sıkıcı kısmı, bugün sosyalizme ilişkin aynı ipe sapa gelmez argümanları yanıtlamak zorunda oluşumuz. 40 yıl önce “ironi” olduğu aşikar olan veriler, bugünün en yaygın fikirleri haline geldi.

“Gri, hapishane gibi ve kasvetli” ülkeler, soluk bir yaşam, asker gibi uygun adım yürüyen cansız kitleler… Sosyalizm denilince aklına bunlar gelen insan sayısındaki artış, her türlü yalanın yaygınlaşabildiğinin kanıtı.

Bu değişimi anlamak ise zor değil. Ortada bir mücadele var ve sosyalizmin mevzileri ne yazık ki oldukça geriye çekildi. Yalanlar ise “tarih” olarak okutuluyor. Öyleyse tarihi yaparken, yeniden yazmak gerekiyor.

TARİHİ ÇARPITMANIN ALGORİTMASI
Birbirine taban tabana zıt, birbiriyle cepheden karşıt duran iki "tarih", sosyalizm deneyimlerine bakış konusunda en büyük çatışmalarını yaşıyorlar. Sosyalizm deneyimlerinin insanlığın hafızasında nasıl yer edineceğine ilişkin tartışmaları bir mevzi savaşına benzetebiliyoruz. İki tarihin çarpışması, aynı olayların birbirine tamamen zıt şekillerde temellendirilmesi üzerinden izlenebilir.

Almanya’da Sosyalizm kitabı, bu yalanların en önemli birkaç tanesine ışık tutan belgelerden birisi.

Gri ve kasvetli olduğu söylenen yaşamın, sosyalizmin kazanımlarının insanlığa yepyeni bir ufuk sunduğu deneyimlere yakıştırılması, iki tarihin çarpışmasının oldukça şiddetli yaşandığının kanıtı. Yıkıldığında "özgürlük rüzgarları" estirilen, Avrupa halklarının utancı olduğu iddia edilen Berlin Duvarı'nın, yeni bir dünya savaşını bile tetikleyebilecek emperyalist saldırganlığa verilmiş bir yanıt olması, aynı “tarih” savaşının bir başka uğrağı. Dönemin karşı-devrimci “muhalefet” hareketlerinin gözünden emperyalist işgallerle yanyana konulan "Çekoslovakya işgali"nin, Sovyetler Birliği sınırına koridor açmaya çalışan NATO komplosuna verilmiş bir yanıt olması da…

Berlin Duvarı’nın yapımı ve Çekoslovakya’ya müdahale, en çok çarpıtılan iki olay olarak öne çıkıyor. Bu goller sosyalizmin kalesine girmiş görünüyor. Birer “yanlış hamle” oldukları için değil, her birisi isabetliydi, fakat ideolojik mücadelede süngüler düştüğü için… Almanya’da Sosyalizm kitabında, bu uğraklara ilişkin ilgi çekici veriler ve döneme ilişkin köşe yazıları da yer alıyor.

Aslında bu uğraklar için genelleyebileceğimiz basit bir algoritma olduğunu söyleyebiliriz: Bahsedilen “an”ların öncesinde, sosyalizme yönelik sınırsız bir saldırganlık başlatılıyor, sosyalist ülkelere müdahalenin türlü yolları devreye sokuluyor, ardından sosyalizm kendisini savunmak üzere bir hamle yapıyor ve bu hamle, arkaplanındaki gerekçelerden soyutlanarak tarih sahnesine bir “suç” olarak çıkarılıyor. Sosyalizmin “günahları”, kendisini savunmasının tarihiyle neredeyse tamamen kesişmektedir.

Berlin Duvarı’nın yapımıyla sonuçlanan olaylar dizisiyle ilgilenen var mı? Duvarın “insanlık ayıbı” olarak görülmesinden ibaret bir tarih kavrayışı, olayların çarpıtılmasını kolaylaştırıyor. Neden yapıldı bu duvar? Erich Honecker’in notlarında da, Ernie Trory’nin belgesinde de duru bir anlatım var: Duvar, ADC’ye yönelik kara para, kaçakçılık, ajan faaliyetleri ve askeri müdahale tehdidi yükseltildiği bir sırada, sosyalizmin varlığını korumak üzere yapıldı.

Guardian gazetesinde yayınlanan, ADC’de iktidarda bulunan Sosyalist Birlik Partisi’nin Birinci Sekreterlik görevinden sağlık sorunları nedeniyle ayrılan Walter Ulbricht’e küfür etmek üzere kaleme alınan bir yazıya yanıt veren Trory, mektubunda şu satırlarla anlatmış:

Berlin Duvarı’nın inşası konusunda tarih, Ulbricht’i hakkıyla anarak bu olayın, Batı Alman ordularının ABD doları ile sübvanse edildiği bir dönemde, faşizmi komünizme kıyasla kuşkusuz bir biçimde ‘insanlıkla daha uyumlu’ bulanların emriyle Doğu Avrupa’ya ilerlemek için seferber edildiği bir dönemde, bizleri bir üçüncü dünya savaşının çıkmasından koruyan en önemli faktör olduğunu yazacaktır. (s.74)

Dünyayı önce kör bir savaşa sürükleyip, bunu engelleyen kesin ve sert bir adım atıldığında bu adımı “insanlık ayıbı” olarak lanetlemek, emperyalizmin yalan repertuarında tipik bir örnektir. Duvarın yıkılmasını “sosyalizmin çökmesi” olarak kutlayanlar, bugünlere kadar “özgür dünyanın” tahakkümü altında dünyanın kana boğulmasını görmezden gelirler. “İnsanlık ayıbı” olan duvar kalktı, sosyalizm çözüldü ve insanlık yıllardır “dünya savaşı” ölçeğiyle yarışacak savaşlarla çalkalanıyor.

Emperyalistlerin SSCB sınırına dayanabilecekleri bir koridor açmak için “düşürmeyi” planladıkları Çekoslovakya’ya yönelik müdahale ise, bu hamleye verilmiş bir yanıt olarak aktarılıyor kitapta. Trory şu sözlerle anlatıyor: “... emperyalistler, Prag’ta bir NATO üssü kurma rüyalarından sıçrayarak uyandırılmışlardı; zira 21 Ağustos’ta Varşova Paktı’nın beş sosyalist üye ülkesinin birlikleri Çekoslovakya içlerine yürümüş ve onların planlarını bozmuştu.” (s.67) Özetle, emperyalist savaş makinalarının çoktan gözüne kestirmiş olduğu Çekoslovakya’ya ilk müdahale eden sosyalist ülkeler değildi, emperyalizm her seferinde başka araçlarla ve manipülasyonlarla müdahale ediyordu. Gerekçelerinden soyutlayarak Varşova Paktı’nın müdahalesini “mahkum etmek”, emperyalist müdahalenin mekanizmalarına ilişkin bir körlük gerektirmektedir.

BÖLÜNME VE BİRLEŞME: KİM, NE İSTİYOR?
İki Almanya’nın ayrılması ve birleşmesiyle ilgili tartışmalarda da tam bir çarpıtma söz konusu. Hangi tarafın aslında ne istediği konusunda ciddi bir tartışma var. Berlin Duvarı ve Çekoslovakya gibi kritik ayrımların ötesinde, Avrupa’daki paylaşımın temel gerilimlerinden birisi de bu. Günümüzde biz bu tartışmayı resmi ağızlardan, “Doğu Almanya’nın yıkılmasıyla yeniden birbirine kavuşan Alman yurdu” şeklinde okuyoruz.

Ayrılmayı, bölünmeyi, halklar arasına “duvar” koymayı sosyalizm istiyor, “özgür dünya” ise birleşmeden yana… İnanmamızı istedikleri bu.

Oysa Trory’nin notlarında bir kez daha okuyoruz ki, Almanya’da Berlin Duvarı’nın örülmesine kadar ilişkileri gerilim ekseninde sürdüren ve sosyalizme yönelik saldırgan politikalardan bir adım bile geri adım atmayanlar, emperyalistler oluyor. Defalarca kez bölünmeye karşı görüşmeler yapan Sovyet ve Alman temsilciler, her seferinde reddediliyorlar.

Honecker Moabit Hapishanesi Notları’nda, “Birleştikten sonra herkesin durumu daha iyi olacak diye yapılan tüm yüce Alman böbürlenmelerinin tersi gerçekleşti” diyerek isyan ediyor. Başından beri meselenin “sosyalizmin ortadan kaldırılması” olduğunu söyleyen Honecker ekliyor: “ADC’nin kültürel kazanımlarını Alman tarihinden silip atmaya çabalamak ahmaklıktır, şerefsizliktir.”

Oysa bu notlar yazıldığında, iş işten geçmişti. Sosyalizm kendisini savunamayacak kadar “deplasmanda” mücadele etmeye itilmişti. Hatalar ve eksikler, elbette başka bir muhasebenin konusu.

Günümüzde bu kazanımlar büyük oranda etkisizleştirilmiş durumda. Bugün de Almanya’da gericilik, Avrupa Birliği ve burjuva demokrasisi maskesinin arkasında, bütün şiddetiyle varlığını sürdürüyor. Sosyalizmin izlerinin tamamını silemese de, sermaye sınıfı bu değerlerin zararsızlaştırılmasında üst düzey bir yetenek sergiliyor.

TARİHSEL SORUMLULUK
Diğer yandan, Alman sosyalizminin bahsedilen dönemdeki temsilcilerinin çoğu, yapılan hataları genellikle “sosyalizmin hatası” olarak görmüyorlar ve tarihlerini reddetmiyorlar. Bu konuda çoğunlukla son derece sorumlu davrandıklarını ve günümüzün sosyalizm kaçkınlarından daha farklı bir kumaşı temsil ettiklerini söyleyebiliriz. Yoksa Honecker'in şu sözlerini yalnızca bir özsavunma olarak algılamamız gerekirdi:

[Bu kitap,] tarihle hesaplaşma adı altında sadece ve sadece sosyalizme karşı nefret saçmak, kapitalizmin kaçınılmaz çöküşünü olabildiğince geciktirmek isteyenler için değil, geçmişin analizini ciddiye alanlar için yayımlanmalıdır. [Bu notlarda,] kapitalist sömürü toplumuna, onun ideolojisine ve ‘ahlak’ına ödün veren hiçbir satır bulunamaz. Buna serbest piyasa ekonomisi sayesinde sokakta kalmış 20 milyon işsiz izin vermez.

Almanya’da Sosyalizm’in yazarı Ernie Trory’nin söylediği gibi, “öykünün sonu bu değil, bu öykünün sonu yok.” Britanya’nın da sosyalist ülkeler arasına katılmasını umarak sonlandırdığı metniyle Trory, geleceğe önemli bir belge bırakıyor. Öykünün devamı henüz yazılmış değil, tarihi durdurmayı kimsenin başaramadığını biliyoruz.