Gelenek ile modernlik arasında 47'lilerin devrimcileri

Emre Fidan

Blog: Kent Kültür Sanat

Bir kuşağı anlatabilmek kuşkusuz oldukça zor bir iştir. Hele ki bu kuşak büyük iddialarve büyük mücadelelerle tarihe kazınan, bu cüretinin bedeli olarak türlü işkenceleri, yargısız infazları, darağaçlarını göğüslemiş bir kuşak ise işler daha da zorlaşır.Tahmin etmişsinizdir, bahse konu olan 68 kuşağıdır. Bildirileri, teorik yazıları, parti programları da vardır onların -ki bunları incelemek de mutlak gereklidir- ama kabul edelim, tarihin o denli hızlı aktığı, ilişkileri, çelişkileri ile muazzam bir zenginlik arz eden dönemi sadece siyasal alana sıkıştırmak haksızlık olurdu. Ne mutlu ki şiirleri yazıldı, türküleri yakıldı ve tabii romanları da yazıldı. Hem de öyle ki, Mütareke dönemi, Cumhuriyet dönemi gibi tarihi bir kategori ile anılacak çoklukta ve belli bir bütünlük gösterecek şekilde yazıldı. O romanların yetkin örneklerinden biri de Füruzan’ın 47’liler romanıdır.

Edebi eserlerde dramatik yapı genellikle bir çelişkiye dayandırılır. Çünkü hayatın olağan akışını, doğal gidişatı bozan şey çelişkidir. Bu sayede akış olaya dönüşür. Sadece edebi eserlerde değil, gündelik hayatımızda da böyledir bu. “Günün nasıl geçti?” sorusuna kimse gündelik rutinlerini anlatarak yanıt vermez, o zaten olağanakıştır. Ancak akışı bozacak bir çelişki ortaya çıkmışsa işte burada anlatmaya değecek bir olay vardır. Çünkü akıp giden zaman bir yerde düğümlenmiş, bir taraflaşma ve bir mücadeleye kapı aralamıştır. İşte bu düğümlerden doğan büyük çelişkiler, büyük olayları ve bu büyük olayları konu eden yapıtlar da -eğer estetik yeterliliğe de sahipse- büyük yapıtları yaratır. Füruzan, 47’liler romanında büyük bir çelişkiyi konu ediyor. Türkiye’de özellikle 1965 ila 1972 arası olarak dönemlendirebileceğimiz bir kesitte alevlenen, sol ile devlet ve devlet destekli yapılar arasındaki çelişki bu. Düğümün devlet -ve aslında sermaye sınıfı- lehine çözüldüğü12 Mart darbesine varan süreci ve darbenin artçı etkilerini Kozlu ailesinin evreninde,Semra Emine Kozlu’ya odaklanarak izliyoruz. Kitabın doğrusal olmayan, atlamalı bir kurgusu var. Bir an Emine’nin karlar altındaki çocukluğunda, Erzurum’da, sonra birden kan ve tükürük dolu bir işkencehanede buluyoruz kendimizi. Füruzan’ın ustaca betimlemeleriyle soğuğu ve acıyı etimizde hissediyoruz.

Çelişkiden bahsetmiştik yukarıda. Kitapta olay örgüsünün üzerine inşa edildiği temelçelişki devrimci Emine ile devlet güçleri arasında cereyan etse de, olayların zeminini oluşturan, Emine’nin çocukluk günlerinden başlayan başka bir güçlü çelişki daha kendini hissettiriyor. Romanın omurgasını oluşturan hikâye ile hep temas halinde olan bir yan hikâye var. Edebi eserlerde bu biçimde katmanlı yapılar sıklıkla gözlenir ancak bu hikâyedeki kadar at başı giden ve denk güçlerle dramatik yapıyı etkileyen iki çelişkinin varlığı nadirdir. Ya yeterince güçlü değildir yan hikâyelerin varlığı ya da kısa ömürlüdürler. Oysa “47’liler”de o kadar bütünleşiktir ki bu ikili, final bölümünde Emine’nin annesi ile işkencecilerini denklemesine kadar gider.

Benim ilgimi çeken ise bu teknik durum değil. Emine ile Kozlu ailesinin diğer üyeleri arasındaki güçlü çelişkinin nedenleri. Şimdi biraz buraya odaklanalım. Çünkü burada güçlü bir siyasi alt metin ve eleştiri var.

Önce Kozlu ailesini tanımalıyız. Emine’nin babası Selahattin kendi halinde, süklüm püklüm bir adam... Hiçbir zaman düşüncelerini, duygularını dolu dolu, adlı adınca aktaramıyor, hep ihtiyatlı, hep yarım. Abla Seçil ise güzelliği ile ön planda. Erzurum’da evli bir subayla yasak aşk yaşıyor ama engelleniyor. Yani o da bir parça yarım bırakılıyor. Ardından İzmir’de adeta içine itildiği mecburi bir ‘aşka’ razı oluyor. Küçük kardeş Kubilay ise her şeyden habersiz, kendisine önceden çizilmiş bir geleceğin izinden gidiyor. Geriye kalanlar, aile üyelerinin kendince doğru yoldan şaşmaması için kendini paralayan otoriter anne Nüveyre ile onun otoritesinebaşkaldıran asi kızı Emine. Dolayısıyla Emine yer yer tüm aile üyeleriyle çatışmalar yaşasa da asıl mesele annesi ile.

Emine’nin annesi Nüveyre de babası Selahattin de ilk kuşak öğretmenlerdendir.Üstelik ikisi de Türkiye aydınlanmasının tartışmasız baş öznesi olan kemalizme inanmış öğretmenlerdir. Cumhuriyetin ilk kuşakları açısından öğretmenliğin özelmisyonu çokça işlenmiş bir konu. Yeni kurulan rejim, Osmanlı reayasını modern bir ulus haline getirmede, kemalist devrimin ilkelerini tüm yurda yaymada öğretmenlere büyük bir sorumluluk yüklemişti. İşte Nüveyre öğretmen gençliğinde bu sorumluluğu seve seve omuzlamış, idealist bir öğretmendir. Emine ile olan bir tartışmasında anlatır bunları; babası ile kendisinin eskiden mesleklerine karşı oldukça tutkulu olduklarından, yurt insanına faydalı olabilmek için her cefaya razı olduklarından, Anadolu’nun unutulmuş ilçelerinde hatta köylerinde görev yaptıklarından bahseder.Ancak bürokrasinin yüksek kademelerinden ikazlar geldikçe durulur ve cayarlar. Nüveyre öğretmen bu iki kelime ile tarif eder durumu; “durulduk ve caydık” der. Öyleya, ahaliyle arasını açmak pahasına, dağ köylerinden okula kaydetmek için yaşıgelen çocukları toplayan idealist öğretmen, şimdilerde kendi evinde, ilkokul çağında bir küçük kızı ailesinden alıp hizmetçi diye çalıştırmaya başlamıştır. Bu küçük kızın adı Kiraz’dır, arada sırada Kozlu ailesinin evine uğrayıp, onu yoklayan ninesi Leylimnineden başka halini soran yoktur. Emine Kiraz’ı ve Leylim nineyi çok sever. Onlarla bir masal dünyası kurar adeta kendine. Dedikodu ve gösterişten ibaret hale gelmiş annesinin dünyasından böylelikle kaçar. Dedikoduların öznesi ise İclal öğretmendir. Tutkulu yasak aşkının peşinden giden İclal öğretmen... Emine onu da sever.

Emine konforlu yalanların dışında kalan, kendi buruk gerçekleriyle yüzleşen, onlarla mücadele etmeyi seçen herkesi sever. Tıpkı annesinin eski idealist günlerinde olduğu gibi... Yine bir tartışmaları sırasında annesi Emine’ye, devrimci kadınların erkeklerle fazla ilerice, içli dışlı arkadaşlıklar kurduklarından yakınır. Emine şöyle yanıtlar: “yasizin yok muydu? O ülkücü dönemlerinizde... Erkek arkadaşlarınızı kızlardan ayırıyormuydunuz? Hani siz bizim örnek alacağımız cumhuriyetin ilk kuşaklarıydınız?”

Cumhuriyetin ilk kuşaklarında bir şeyler değişmiştir. Emine ile annesi Nüveyre arasındaki çelişkinin temel nedeni de budur. Romanın yan öyküsünde barındırdığı güçlü çelişkiye siyasal dokusunu veren şeydir bu. Genç cumhuriyetin devrimci misyonlarla yüklenmiş, halkına hizmet için yanıp tutuşan, sebatkâr insanı gitmiş; yerine halkı kendi hizmetine koşturan, cehaleti onların kaderi bilen, zengin iş çevrelerine, nüfuzlu bürokratlara yaklaşmakla övünen biri gelmiştir. Vurucu soruyu

Emine’nin sevgilisi Haydar sorar: “1923’den bu yana yaratılan 15 milyon genç böylesine nasıl çarçabuk yaşlanmıştı.” Devrimci gençler; modern, aydınlanmacı ailelerinden şikâyetçidirler. Çünkü yaşlandıkça aşka düşman, mücadeleye uzak tutucular haline gelmişlerdir.

Ulusal devrim, modernleşme, aydınlanma ve nihayetinde kendi değerlerine yüz çeviren burjuvazi... Burada Marksist tarih anlayışı imdadımıza yetişecek.

Aydınlanma meselesi 18. yüzyılda insanoğlunun gündemine girdi. Marks’ın ‘Önsöz’de yazdığı gibi “insanlık kendi önüne ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar.” Kilise ve feodal mülkiyet ilişkileri insanlığın ekonomik ve sosyal gelişimini donduran, frenleyen bir güç haline gelmişti. Bu, ancak insanlığa başka bir yolun mümkün olduğunu gösteren bir sınıf ortaya çıktığında somutlaşabilir. Coğrafi keşifler ve yükselen ticaret ile birlikte ilk sermaye birikimini gerçekleştiren burjuvazi, o günün dünyasında bu ufka sahip tek sınıftı. Aydınlanma çağının temsil ettiği aklı egemen kılabilecek olan Avrupa’nın burjuvalarıydı. Ortaçağın dogmatizmine ve despotizmine sığmayan akıl, taşıyıcılığını yapabilecek sosyal ve ekonomik bir gücü – yani sınıfını – bulduğunda tarihin çarklarının dönmesi kaçınılmazdı. İnsan aklının kendindenbağımsız nesnel doğayı kavrayabileceğini söyleyen aydınlanma, burjuvazinindevrimci döneminin düşünsel atılımını temsil ediyordu. Fakat sömürü ve baskının kabuğunu oluşturan dogmatizmin tasfiyesi, sömürü ve baskıyı ortadan kaldırmamıştı.Burjuvazi geleneksel ilişkileri yok ederken oynadığı devrimci rolü, kendi sömürü sistemini egemen kılmak için inkâr etmek zorundaydı. Bu durum Komünist PartiManifestosu’nda Marks ve Engels tarafından şairane bir şekilde anlatılır. Burjuvadevrimlerin sonrasında bağımsız işçi hareketi gelişip, sermaye sınıfının kaldırdığı eşitlik-özgürlük-kardeşlik bayrağının sadece kendileri tarafından layıkıyla taşınabileceğini iddia ettiğindeyse, kilise ve aristokratları hiç de aratmayan bir gericilikle karşılaşmışlardır. Bu yüzden marksistler tarafından aydınlama çağının aklı,büyük bir ilerlemeyi temsil etse bile, bunun sınırlarının burjuvazinin sınıfsal hâkimiyeti olduğu bilinir. Marksizm ile modernite arasındaki gerilimli ilişki de buradan doğar. Marksistler açısından ilerleme tarihsel bir süreçtir, ne tanrısal iradenin somutlanmasıdır ne de burjuvazinin egemenliği ile sınırlıdır.

Türkiye modernleşmesinin mimarı olan kemalizm ile komünistler arasındaki gerilimli ilişki de yukarıda düşünsel zemininden bahsedilen çatışmanın siyasal pratiğe yansımasından ibarettir. Komünistlerin kurtuluş savaşına aktif bir şekilde katılma isteklerinin ısrarla reddedilmesi ve Mustafa Suphi ile yoldaşlarının öldürülmesi bu çatışmanın sonucudur.

“47’liler” romanında Emine’nin, annesi Nüveyre’de gördüğü; geç kalmış, yarımyamalak bir devrimin, zamanla durulan ve cayan -ancak marksistlere yol açmaya da asla gönüllü olmayan- otoriter öznesidir. Nefret burada ortaya çıkar. Modern kemalistlerin aydınlanmacı iddialarını yerine getirememelerinin devrimci gençlerdeyarattığı hayal kırıklığı, bir de bu devrimci kuşağı kendi dünya görüşleridoğrultusunda zapturapt altına alma çabası ile birleştiğinde nefrete döner.

Bu sadece “47’liler”de rastlanan bir durum değildir. 12 Mart edebiyatının iki külteserini sorsalar, çoğumuz “47’liler”in yanına Sevgi Soysal’ın “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti” kitabını koyarız. İlginçtir, orada da benzer bir durum var. Yine çatışmalı biranne-kız ilişkisi ardında siyasal bir eleştiri taşıyor. “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti”nin Olcay’ı da annesini sevmez. Çünkü kendi deyimiyle, sevdiği her şeyle arasına girmiştir annesi. Mesela ona alınan balonları yoksul çocuklarla paylaşır Olcay. Annesi için bu büyük bir suçtur. Küçük Olcay büyüyüp zengin olduğunda bütün yoksul çocukların beraber yaşayacağı bir ev açacağını söylediğinde ise, “dünyayı değiştirmek sana mı kaldı, akılsız” diye yanıtlar annesi. “47’liler”de de abla Seçil, evlerinde hizmetçiliğe koşulan küçük Kiraz’ın ayaklarını ısıtabilmek için yıkayıp masaj yaptığında Nüveyre çılgına dönmüştü. İki kitaptaki annenin de tavrı ortaktır: kızlarındaki dünyayı değiştirme idealini engelleme ve onları bu idealin taşıyıcısı olan emekçilerden / yoksullardan uzak tutma gayreti. İki anne de Kemalisttir. Mevhibehanım kızı Olcay’ın bir siyasi partiye gittiğini öğrendiğinde “ne partisi, bu da nerden çıktı” diye sorar. Olcay, “merak etme adı halk değil ama halkla daha çok ilgili” diye yanıtlar. Mevhibe hanım Halk Partisi’nin kadın kollarında çalışmaktadır, üstelik Halk Partisi’nin kendi babasının da partisidir, yani atadan Halk Partilidirler. Bunu Olcay’a hatırlatır ama Olcay acımasızdır: “edindiği arsalardan belli” der.

İki kitapta da karakterler birbirlerine oldukça yakındır. 12 Mart’ın devlet baskısı yanında aileleriyle ve özellikle anneleriyle girdikleri çelişkinin teması da aynıdır. Hatta bunalan kız çocuklarının sığındıkları yerler bile aynıdır. İki kitapta da ağırbaşlı, anlayışlı, çocuklar için masal dünyalarının kapılarını açan bilge denebilecek yaşlılar vardır. Emine Kozlu için bu Leylim Nine ve anneannesi, Olcay için ise babaannesidir. Yaşlı imgeleri iki kitapta da geleneği, geleneksel değerleri temsil eder. Yaşlıların masal dünyasında bir çobanla evlenmekten çekinmeyen prensesler vardır. Oysa ebeveynelerin modern dünyasında her yerde alabildiğine eşitsizlik ve sevgisizlikvardır. Dinsellik de kendini gösterir yaşlıların yani geleneğin dünyasında. Mesela Olcay babaannesinden görüp namaz kılmaya çabalar, Emine ise anneannesinin evinde neden rahat ettiğini düşünürken, dualarla geçiştirilmiş ev kazaları, “Allah korusun, verilmiş sadakamız varmış” demelerini düşünür. Kendilerini bir proje gibi tasarlayan, hayallerinden ve yoksullardan uzak tutmaya çabalayan modern ebeveynlerdense, yenilmiş olan geleneğin dingin sularında daha rahattırlar, daha özgürdürler. Ancak bu tercihler duygusal tercihlerdir. İki kitapta da hiçbir zaman siyasal bir tavır olarak gösterilmezler. “Tepeden inmeci, halkı aşağılayan kemalist modernleşme” gibi bir liberal yaklaşıma sahip değildir başkarakterler. Emineodasında Ho Chi Minh’in yanına Mustafa Kemal’in resmini de asar, ancak herkesinbildiği, kendi deyimiyle “S. Süreyya imzalı, büyütülüp, renklendirilen” resimlerden değildir bu, Kocatepe’dendir, İstiklâl Savaşı’ndandır. Bu yüzden yaşlıların dünyası liberal bir çürümeye kapı aralamaz onlarda, sadece annelerin baskısından kaçılabilecek, sığınılacak bir limandır. Çünkü Olcay da Emine de devrimcidirler. Onların gözleri, âşık oldukları iki devrimci Ali ve Haydar’dadır, gittikleri yol da onlarınyoludur. Ali de Haydar da yoksulların arasından gelmiş devrimciler olarak cehaleti, kabalığı, bağnazlığı bilir ve şikayetlenerek anlatırlar. Geri kalmışlık, şimdinin

postmodern retoriğindeki gibi farklılık olarak kutsanmaz, aksine giderilmesi gereken bir arızadır. Emine ve Olcay’ın anneleri şahsında moderniteye duydukları nefret bu arızaların radikal olarak gidermekten imtina edilmesi ve zamanla da sahiplenilmesi vebüyütülmesi nedeniyledir.

Bu tavır, yaşadığımız dönemin solcuları açısından belki anlaşılmaz bir şey olabilir.Çünkü şimdi iktidarda liberal / postmodern bir sentezle de olsa geleneksel değerler vardır ve kemalizmde somutlanan modernite, marksistler için bir tür doğal müttefik olarak görülebilir. Ancak unutmamalı, bugünleri hazırlayan o günlerdi. Türkiyeaydınlanmasının sınıfsal tercihleri, gerek “47’liler”in gerekse “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti”nin devrimcilerinin işaret ettiği arızaların temelini oluşturur.

Sonuçta modernitenin kazanımlarını içererek aşmak zorunda olan devrimciler, aşılmanın önüne set kuranlara karşı tavır alırlar ve hikâyenin sonunda yalnız kalırlar. Belki de zaten hep yalnızdırlar. Anneanne ve babaanneler çocukluk günlerininavutucu huzurunda, çok gerilerde kalmıştır; anne ve babalar ise polisin kızlarına yaptığı işkencelere dahi inanmaya gönülsüzdür.

İşte “47’liler”i kimi eleştirilerde yazıldığı gibi basit bir işkence romanından çok ötelere taşıyan bu çoklu dramatik yapı ve güçlü çelişkilerden beslenen olay örgüsüdür. Çelişkilerin barındırdığı siyasal alt metnin hiçbir zaman çiğleşmeden, hep hayatın içinde, hep canlı olarak aktarılmasıdır.