Karanlık bir ülkede ters bir adam

Anıl Ceren Altunkanat

Blog: Kent Kültür Sanat

“Hepimizin kaçacak gizli bir odası vardı. Oraya kimseyi sokmamalıydık. Çünkü ele geçirilmekten korkarız. O yüzden, o odaya rastgele girebilenin dikkatini, kelimelerle bizden ayrı yöne yöneltiriz. Elimize geçirdiğimiz çatalla, yüzünü paramparça edebiliriz. Odalarımız kanlıdır. Nedensiz değildir kapılarımızı sıkı sıkıya kilitlememiz.”

Yayıncılık dünyasına ucundan kıyısından bulaşmış olanlar bilir: bazı kitaplar bahtsızdır. Yazarın yolladığı dosya kargoda kaybolur; bir şekilde yayınevine ulaşır ama tam da o gün taşınma telaşı vardır yayınevinin, yine kaybolur. Editör eşinin boşanma davası açtığını öğrendiği gün eline alır dosyayı; metin kasvetli bir ağıta döner, reddedilir. Çeviri kitapsa çevirmenini bulamaz; buldu sanırsınız ama iş çeviriden gelmez. Yeni çevirmenlerle yeni maceralar yaşar yayınevi. Sonunda ele geçen metin editörden geri döner; eklektik ve özensiz bir çeviri… Bu sırada kitabın telif süresi dolar… Haydi, diyelim ki basıldı, yayınevi dağıtımcısıyla papaz olmuştur bu sırada, kitap depolarda çürür. Oldu da dağıtımı yapıldı, o dönem “gazla” şişirilmiş başka bir kitabın altında sesi çıkmaz, eziliverir. Ya da yaz dönemine denk gelmiştir; ne tanıtımı yapılır doğru düzgün ne okuruna kavuşur… Evet, bazı kitaplar bahtsızdır, gerçekten.

Ters Adam (Barlas Özarıkça, Encore Yayınları, Nisan 2015) da bu kitaplardan. Barlas Özarıkça’nın ilk olarak 1986 yılında, Habora Yayınları tarafından yayımlanan bu kitabı ölü doğmuş, Ahmet Ergenç’in önsözdeki ifadesiyle “kayıp bir roman” olmuştur. Büyük ölçüde Ergenç’in çabalarıyla, Encore Yayınları tarafından Nisan 2015’te yeniden basılan roman, okurunu ve edebiyattaki yerini bir kez daha talep ediyor – umarım bu sefer şeytanın bacağını kırar.

Ters Adam zor bir roman; okumak, iç içe giydirilmiş – Matruşka –  öykülerini takip etmek ve karakter zenginliği içinde yolu kaybetmemek ciddi bir çaba istiyor. Öykü ve karakterlerin zenginliği, gerçekliğin ve yaşamın katmanlarına/katmanlılığına ilişkin ipuçları veriyor bize. Burada herkese yer var çünkü aslında kimse yok – öfkesinden ve yalnızlığından dolayı yalnızca ama yalnızca kendini sorgulamayı başarabilen Fahri dışında. (Elbette böylesi bir sorgulamanın sonucu, başkasının kötülüğünü daima kendinde görmektir – ama bu başka bir yazının konusudur.)

Anlatının çekirdeğinde yer alan Fahri ve öne çıkan diğer karakterlerde gördüğümüz, bir tutunamamışlık, birey ve entelektüel olarak çaresizliğe batmışlık ve bunun getirdiği, kimi saldırganlığın da eşlik ettiği, öfke. “Öfkem, sarı, durgun, tembel bir bilince oturuyordu. (Her uyandığımda değişik Van Goghlar’la sohbet ediyordum.)” 80 darbesinin yıkımını yaşayan bu gençler bir tür umut ve amaç yoksunluğuna bürünüp kendi kabuklarına çekilmiştir. Ancak hepimiz biliriz; yaşam bir kabuğun içinde sürmez, süremez. Böylesi bir tecrit kaçınılmazlıkla benliğin ve bilincin kendi kendini yemesine, kendinden beslenemediğinde diğerlerine saldırmasına yol açar. “Benliğimizin boşluğundan dolayı, herkes kendi surlarını yıksın denildiğinde, kalelerimizin özgürlük adına kartondan yapılı olmasından korkuyoruz. Gizli korkularımızı bastırabilmek amacıyla, diğer insanlara saldırıyoruz.

Elbette kimilerini yolunu bulur, her anlamda. Sisteme dâhil olur ve bundan keyif almaya, kazanç sağlamaya başlar. Özarıkça bunların öyküsüne etraflıca girişmez – ne gerek var ki? Tek ve bilindik bir öyküdür hepsininki. Ancak Fahri, bir zaman tutunamayanların içinde sivrilen, dolambaçlı ve ironik bir anlamda Efendi olan Fahri bunu yapamaz – belki de yapmaz. Yargılanır. Bilirsiniz ya, toplum ayrıksılardan öç almada sabırlıdır; incelikli ve kaçışı olmayan yollar kullanır. Hemen belirteyim, Barlas Özarıkça romanı üç bölüme ayırıyor: Efendi, Yargılama ve Akılevi. Akılevi son duraktır Fahri için, artık aklın hükmü kalmamıştır. “Kuşku uzun tırnaklı bir eldi. Yeni gelişmekte olan benliğimin içine uzanarak alt tabakaları yokluyor, önüne çıkan bütün değerleri yırtarak tırtıllı bir acı veriyordu.” Ve daha sonra, “Artık yolun sonuna geldiğimi hissediyordum. Bir şeyler bitmiş, yeni bir şeyler başlamamıştı.

Alkol ve cinsellikle uyuşmaya, uyuşmayla yaşadığını hissetmeye çalışan ama bir yandan da kötücül bir bilince mahkûm olan kişidir Fahri. Bu tükeniş serüveninde, karanlığa boğulan bir ülkenin harcanan umutlarına, naif ve bir o kadar da çamurlaşmaya meyilli insanlarına, kelebeğin kanat çırpışıyla altüst olan yaşamlara tanık eder bizi. Başımızı döndürür Özarıkça (ve Fahri) – hafta sonu İstiklâl’de yürüme yanılgısına düşüp sersemlemek, varoluşsal bulantılara boğulmak gibi.  

Erçetin’in belirttiği gibi Oğuz Atay ve Yusuf Atılgan metinleriyle benzerlik taşısa da özgün bir soluk var Ters Adam’da; eleştirisinin, isyanının ve yenilmişliğinin arkasında duran bir soluk bu. Kötümser ve öfkeli; tecrit edilmiş ve boşluğa itilmiş; özgür ama amaçsız (“İnsan bir başkasının zararına özgürdü. Kusur, değiştirilemeyecek olan doğa düzeninin özündeydi. Tanrı varsa insanlardan daha kötü ve bencildi.”), o halde tutsak…

Sonsöz olarak, 80 sonrası cehennem soğuğuna gömülmüş bir ülkede, benliğin kendi birikimiyle kendi kuyusunu kazışının öyküsü Ters Adam. Her öfkeli ve karamsar metin gibi, titrek ışığını içinde taşıyan bir öykü…

“Hepbana hepbize dönüşecektir. Bu başarılamazsa hepbirlikte hepyoka dönüşülecektir. Kanunnamemin birinci maddesine böyle yazılsın.”