Tahrifatlı bir dönemde aydınca bir koşu

Ahmet Antmen

Blog: Kent Kültür Sanat

Herhangi bir dönemin ya da tarihsel kesitin analizi pek çok farklı kıstas üzerinden yapılabilir. Söz konusu analizin alt başlıkları arasındaki tasnif ve kategorileştirme çabaları, her ne kadar bir ayrımlaştırma uğraşı olarak görülse de esas itibariyle ideal bir netlik ve yalınlaştırma amacı güder. Oysa gerçek durum, tasnif aşamasında ayrıştırılan öğelerin kendi aralarındaki ve bütünle olan ilişkileriyle anlam kazanmaktadır.

Son dönemin de aynı şekilde alt alta sıralayabileceğimiz birçok özelliği vardır. Bu özellikler arasındaki ilişki de parçalı değil bütünlüklü bir yapı oluşturmaktadır. Ekonomiden spora, sanattan siyasete kadar kapsamlı bir gericileşme ve yıkıcı bir dönüşüm çabasıdır karşı karşıya olduğumuz. Altyapısal yıkıma eşlik eden üstyapısal bir yıkım ise çok belirgindir. Kavramların değersizleştirilmesi ya da tahrifine tarihin sahteleştirilmesi eşlik etmektedir. Artık son yıllarını yaşayan bir ihtiyarın, kendi anılarını yeniden kurgulayıp kendisini bir kahramana çevirmesi gibi bir tarih yazılmaktadır. Söz konusu olansa bir bireyin kendini kandırarak iç huzura kavuşması değildir ne yazık ki. Söz konusu olan, toplumun bütün hafızasının çökertilmesidir. Üstelik hafıza-ı beşer önce seçer sonra şaşar gibi de değil durum. Seçilen, cımbızlanan, tahrif edilen tartışmaya bile açık değildir. Cırlaz çocuk gibi yapışıyor zamane Berkeley’leri kendi dışlarında kendi yarattıkları dünyaya. Ne ilginçtir ki maddi dünyanın değil de manevi dünyanın hakiki olduğunu savunmakla başlayan yolda, manevi kesmedi o vakit maddinin de hakikisini biz yaratırız aşamasına geçmişlerdir. Maneviyat mı, kendi kullandıkları anlamı ile hak getire!

Onların tahrifleri tarihte de kavramlarda da kesin ve yargılanamazdır. Bunu da öyle dolambaçlı yollardan yapmazlar. Kendi dokunulmaz, burnundan kıl aldırmaz tavırlarıyla seçkinci kulelerinden bağırdıklarında sesleri popülist bir kılığa bürünüverir hemen. Hem seçkinci hem kitle kültürünün ağzıyla konuşan bir yapıdır söz konusu olan. Kitleyse onu da biz oluruz, diyen bir histeridir ama tutarlıdır. Bu tutarlılıksa ancak ve ancak bilinçli ve örgütlü bir cahilleştirme edimi ile mümkün kılınmaktadır.

Bu, kesin ve yargılanamaz dünyada bir çırpıda dıştalanacak kavramlar arasında aydın kavramının ister istemez özel bir konumu vardır. Aydınlanma felsefesi ile koşut bir anlamsal yansımaya sahip bu kavram tahrif ve iğdiş edilmesi gereken bir kavramdır egemenlerin gözünde. Mutlak bilginin karşısına sorgulamayı ve eleştirel düşünceyi yerleştiren bir anlayış biçimi onlar için kabul edilemezdir. Putların ve dogmaların karanlığında gölgeler gerekir çünkü onlara. Aydın kavramının tanımı üzerine felsefede, edebiyatta ve sanatta yoğun tartışmalar yürütülmüştür. Gramsci, organik aydını bir yönlendirici, örgütle ve halk kitleleri ile bağlantılı özerk bir kişi olarak tanımlamıştır örneğin. Aydınlanmaya karşı çıkan Adorno, esasen Aydınlanma’nın doğurduğu sonuçlar ile savları arasındaki açıyı oturtur hedef tahtasına. Solohov, aydını sınıfsal sorumluluk ve yaratıcı süzgecin tarafgirliği üzerinden tanımlar. Örgütlü aydın savunusunun ilk nüvelerini yeşerten Mayakovski gibi isimler aydın tanımını örgütlülüğün zenginleştirici karakteriyle birleştirir.

Bütün bunlar bir yana aydına yönelik ortak algı kolayca kabul etmeyen hatta belli başlıklarda iknası zor, haksızlığa tahammülsüz, eleştirel ve sorgulayıcı bakan gibi asgari özellikleri kapsamaktadır. Kimi zaman halk arasında delilik sınırında gezdiği belirtilse ya da yazık iyi çocuktur aslında ama çok okumaktan böyle oldu diye tanımlansa dâhi; kendisine istemsizce saygı duyulan hatta gıpta edilen kişidir.

Geçmiş literatüre baktığımızda da, çok genelleştirilmiş bir ifadeyle aydın tartışması genel olarak kimin aydın olduğu kimin olmadığı, aydını nasıl tanımlamanın doğru olacağı gibi başlıklarda düğümlenmektedir. Az biraz mürekkep yalayan herkes bu kategorinin içerisinde değerlendirilmeyi ve bu sıfatla tanımlanmayı arzu ederdi. Hatta aydın taklidi yapan mış gibiler bile vardı. Bunlara yönelik yarı aydın, sahte aydın, sözde aydın gibi tanımlamalar yapılmaktaydı. Günümüz egemenlerininse tahrifatta en hevesli oldukları bu kategoriye yönelik saldırganlıkları neredeyse ilk muktedirlik günlerinden itibaren süregitmektedir. Aydın, okumuş kişi türlü sıfatlarla karalanmış itham altında bırakılmıştır. Okumuşlar da ne olmuş, bunlar kapkaranlık insanlar, profesör olmuş da ne olmuş, bu ülke ne çektiyse okumuşlardan çekti, satılık aydınlar, gibi anılan aydın ya da aydın adayları öte taraftan da halkın değerlerine yabancı, kökü dışarıda, seçkinci, çevirdiği dümenlerle varlık içerisinde yüzen, nursuz kişiler olarak betimlenmiştir.

Zamanında aydın tanımına kavuşma yarışına başlangıç çizgisinden girenler bile tövbe etmiş, aydını tu kaka etmenin kolaycı ve kârlı modasına dâhil olmuşlardır. Şu an hayatta olmadığı için zararlı görülmeyen ama görmezden gelmenin de mümkün olmadığı isimleri de kullanmaya kalkmışlardır. Pek tabii ki yaşamın dışında figürler olarak. Şu zat bunlar gibi miydi? O gerçek aydındı, yaşasa bunların yüzüne ilk O tükürürdü diye kendilerine yalancı şahitler tutmayı bile denemişlerdir. Pek tabii ki, bundan amaçları, bugünkü kurgusal evrenlerini desteklemenin yanı sıra yitirilen değerleri tamamıyla sessizliğe gömme amacını da taşımaktadır. Ne var ki bu işi ellerine yüzlerine bulaştırmışlardır. Okudukları bir şiirin iki sonraki dizesiyle ya da ironik bir anlatının gerçek anlamıyla batağa saplanmış, yönlerini bulamamışlardır. O yüzden hâlâ nadir de olsa denedikleri bu yöntemi, asli yöntemler listesinden çıkartmışlardır.

Aydın kavramını tersyüz ederken ve toplumsal düzlemde önemsizleştirirken tek amaçları elbette bu insanlardan kurtulmak değildi. Bu insanların toplumsal alanda yarattıkları etkiyi de haczetmeyi kurguluyorlardı. Okuyanın, düşünenin, sorgulayanın kitlenin herhangi bir üyesinden değer olarak bir farkı yoktur gibi bir saptamadan hareketle aydının düşüncelerinin de diğerlerinden farkı yoktur noktasına ulaşılmıştır. İşte burada artık ifadenin etkinliği ve etkililiği de kapitalizmin mekanizmalarına devredilmiştir. Başka alanlarda eşitliğin hayalini bile kurmak yasakken herkesin hem de her konudaki düşüncesinin birbiriyle mutlak eşitliği bilginin tasfiyesi anlamına gelmektedir. Kişilerin, grupların, toplulukların mutlak bir fikri eşitliğe sahip olduğu bu dönemde kitle iletişim araçlarına ve metafizik sıfatlara erişim olanağı en yüksek olanlar sesini en çok duyuranlar olmaktadır. Mevzu bahis, yazmanıyla topçusuyla popçusuyla adı lazım değillerin çıkıp egemenlere destek yarışına girmeleri değil, onların bu yarıştaki pervasızlığı ve rahatlığıdır. Ben yazdım oldu bir tarih, ben tanımlamadım gitti bir aydın, ben cilaladım tuttu bir topçu… İşte bize düşen bunların üzerinde top koşturduğu o sahayı altlarından çekip almak ve öncesindeki mesafeyi aydınca bir koşuyla kat etmektir.