Tabular ve çocuklar

Psikiyatrist Gülperi Putgül Köybaşı

Blog: Dünyayı Verelim Çocuklara

Bu ülkenin okullarında eğitim görüp “Saat dokuzu beş geçe, Atam dolmabahçede..” şiirini ezbere bilmeyen tek bir kişi var mıdır acaba? İlk dizesi yeter, gerisi soğuk bir kış günü, Atatürk büstünün önü, siyah çelenkler, hazırolda bekleyen çocuklar, siyah giysiler. Hayal meyal buna benzer küçük fotoğraflar zihnimizde. Bir de eşlik eden duygulardır yadigar; hüzün belki ama en çok bir bilinmezlik, biraz korku biraz endişe.

Bir önceki kuşakla kıyasladığımızda şimdiki çocuklar çok daha erken tanışıyorlar kreşler sayesinde benzer ritüellerle. Küçücük çocuklar henüz 3-6 yaş aralığında, neden ölümle bu kadar sembolik, kendinden uzak ve tedirgin edici yollarla tanıştırılır? Kendini aydın olarak tanımlayan her kreşin bir yönüyle anlaşılır tepkisellikle, giderek artan dozda yaptığı şeyin sakıncalarının farkında olmak önemli. Ebeveynlerin büyük bir gururla her 10 kasımda siyahlar içinde çocuklarının fotoğraflarını ya da okudukları şiirleri paylaşırken durup düşünmeleri gerekiyor. “Gericileşen bir toplumda çocukla tanrıyı konuşmak” başlıklı yazıda çocuğun dinle ilgili soyut kavramlarla erken tanışmasının yaratacağı sıkıntıları paylaşmıştık. Benzer bir biçimde ölüm, yas, kahramanlık temaları da okul öncesi çocuklar için oldukça kafa karıştırıcıdır. Peki kültürel değerlerimizi nasıl öğrenecek, tanıyacak çocuklarımız? Onların anlayabileceği dilden, onların gelişimine uygun yöntemlerle tabii ki.

Okul öncesi dönem ve hatta soyut düşünmenin erişkine yakın bir şekilde gelişmiş olacağı 12 yaşından önce, çocuklar için imgeler, semboller dönemidir. Özellikle okul öncesi dönemde çocuk neden sonuç ilişkisi kurmakta, öğrendiği şeyleri bütünsel olarak kavramakta zorlanır. Çocuk yeni bir şey öğrendiğinde o nesne ya da durum, sadece bir resimdir ve en tanıdık bir diğer resmin yanına iliştirilir. O resim hakkında başka bir şey öğrendiğinde zihnindeki eski şema bozulur, yeniden düzenlenir ve böylelikle kavrayışı gelişir. Yani örneğin çocuk için Atatürk başlangıçta sadece etrafındakiler gibi bir insandır. Her an onu görebilir, dokunabilir gibi algılar. Zamanla onun aslında yaşamadığını, öldüğünü kavrar. Bu süreç içinde var olmayan bu kişiyle kurduğu ilişkinin yaşına uygun basitlik ve duygusal yüklülükte olması gerekir. Belki hatırlayanlar olur, bir dönem küçük bir kız çocuğunun “Atatürk ölmüş” diyerek hıçkırıklarla ağlama videosunu izledik içimiz burularak. Ne gerek vardı küçük bir çocuğun böylesi yüklenmiş olmasına ve tabii ayrı bir yazının konusu olarak ne gerek vardı tüm ülkeye sunulmasına? Ama işte o çocuk için evindeki biri gibiymiş Atatürk. Yaşatmak adına yapılanların, aslında küçük beyinlerdeki karşılığı karmaşa, endişe, yabancılaşma. Buradan gerçek bir sevgi ve anlama halinin çıkmasını beklemek hayalperestlik olur.

Günümüz küçük çocuklarının yarım sözcüklerle söylediği ve hoşumuza giden bir diğer şiir ise; “Atatürk yoktu, düşman çoktu, Atatürk geldi, düşmanı yendi”. Atatürk burada da tüm güçlü, tek başına çok şey yapmış biri. Arkasında halk yok, kurtuluş mücadelesi yok. Sonradan öğrense bile bunları, aynı kaba sığdırmak zor. Düşman kim peki? Düşman, o yaş grubu için vurdulu kırdılı çizgi filmlerin kötü huylu robotları ya da prensesin üvey annesi gibi bir şey. Biraz daha büyüyünce yunan a ya da ermeni ye dönüşecek olan ilk şemalar. “Ne mutlu Türküm diyene” diye bağırttıktan sonra çocukları her gün sıraya dizip, aslında orada kastedilenin kendini bu ülkenin vatandaşı hissedenler olduğunu anlatmak da zor. “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” un ileri yaş için dönüşümü, asker uğurlamalarının “vatan sağ olsun”u. Buradan yurtseverlik çıkmaz, milliyetçilik çıkar. Ülke, önder, kurtuluş mücadelesi gibi değerler, ancak ve ancak baskısız, korkusuz anlatılabilir ve sevdirilebilir çocuklara. Diğerlerine saygı duyarak, ötekileştirmeden de sevebilir çünkü çocuklar.

Çocuklar için söylemesi ve ezberlemesi kolay, sevimli gibi görünen bu şiirler, okul sabahı törenleri, yas törenleri, giydirilen siyah tişörtler, içlerinde sandığımızdan çok daha derin anlamlar barındırıyorlar. Tüm bu ritüellerin yaratıcıları ya da sürmesine vesile olanlar hiç de masum değiller. “Ne olacak canım işte çocuklar şiir okuyor, okul dediğin yerde olacak bunlar” deyip geçiştirdiklerimiz, aslında belirli bir ideolojinin küçük zihinlere ekilmesinden başka bir şey değil. Hem de bir çocuğun ruh sağlığı üzerine etkileri yok sayılarak, çocuğun da bir birey olduğu görmezden gelinerek, sevdikleri, idealize ettikleri kişilerce öğretiliyor hepsi. O yüzden bizler, gericilik karşıtı ilerici ebeveynler, yurtseverliğin tabulaştırma olmadığını bilmek ve öğretmek zorundayız çocuklarımıza. Mücadelemiz, önümüze sunulanları sorgulamakla başlayacak. Kendimizden bir diğer insana, okula, işyerine, sokağa taşıyacağız mücadeleyi. Değişim ise ancak birlikte yürüyebilirsek olacak.