Popüler kültürün gölgesinde çocuk olmak

Gülperi Putgül Köybaşı

Blog: Dünyayı Verelim Çocuklara

Popüler kültür, modern anlamıyla kitle iletişim araçlarıyla halka ulaşan ve geniş kesimleri etkisi altına alan gündelik yaşamın her türlü öğesi. Giyim kuşamdan, aksesuara, sinemaya, kitaplara, dergilere, televizyon yayınlarına ve oyuncaklara kadar uzanan geniş bir yelpaze. Peki hızlı modern yaşama uyumun da bir parçası sayılabilecek olan bu yaşam biçimi, çocuklar ve gençlerin dünyasını nasıl etkiliyor? Aynı döngünün içinde kaçınılmaz olanı mı yaşıyoruz? Soruların yanıtları tartışmaya açık. Sağlıklı bir kişilik gelişimini gözeterek, insandan yana olan pencereden bakmaya çalışacağız.

Çocuklar ve gençler popüler kültürün satıcıları için önemli bir alıcı kesim. Çünkü tüketime açıklar, hızlıca etkilenme ve yayma gücüne sahipler. Bu da satıcılar için uluslar arası boyutta daha çok kazanç demek. Çocuklar ve gençler için televizyon, sinema, müzik, kitaplar ve oyuncaklar aracılığı ile her dönem yenilenen kahramanlar tesadüfen çıkmıyorlar ortaya. Elbette içlerinde sanat değeri taşıyan, değerli olduğu için kitlelere ulaşan yapıtlar var. Ancak satıcıları ilgilendiren sıklıkla, yapıtın değerinden çok tüketim hızı oluyor. “Doğru” yolda olduklarını hissettikleri anda üreticiler yan ürünleri de geliştirmeye başlıyorlar. Bir bakmışsınız ki çocukların hepsi aynı şeyi giyer, aynı müziği dinler, aynı şeyi izler olmuş.

 

Çocuklar gelişim aşamasında olan ve dünyayı ötekilerden tanıyan varlıklar. Bakıyorlar, ilişki kuruyorlar ve büyüyorlar. Büyürken en yakınındakilerden ve en çok maruz kaldıklarından etkileniyorlar. Onlar gibi konuşup, onlar gibi giyinmek, onlar gibi davranmak istiyorlar, onların özelliklerini kendilerinin bir parçası yapıyorlar. Buna “özdeşim” diyoruz. Karakter gelişiminin olmazsa olmaz bir aşaması. Ergenlik ise hızlı özdeşimlerin yapıldığı ve tutkuyla bağlanmaların yaşandığı özellikli bir dönem. Genç, tutunduğu şeyde kendini buluyor, ya da kendini tutunduğu şeye dönüştürüyor ki kişiliğini bir bütün olarak algılayabiliyor. İnsanın karakterinin şekillendiği bu çok önemli süreçlerde neye maruz kaldığı, neyi örnek aldığı çok önemli. Çünkü bunlar biraz da nasıl bir insana dönüşeceğimizi gösteriyor.

Bir oyuncakçıya girdiğimizde raflar boyunca dizili birbirinden garip karakterlerin oyuncakları ve çocukların bu oyuncaklar ile kurdukları ilişki karşısında şaşırmıyor ve endişelenmiyorsak bu aşinalığımızı tekrar gözden geçirmeliyiz. Geçenlerde ilk çıktığı günden günümüze barbie bebeklerin değişim süreçleri dolanıyordu sosyal medyada. Her yılın modasına özgü saçlar, kıyafetler, makyajlar. Modayı çocuk üzerinden sürdüren ayrı bir furya.

İlk zamanlar ateş pahası olan barbie fiyatları biraz daha düşmüş gibi görünüyor, çünkü rakipleri arttı. “Elsa”lar, “winks”ler, “transformers”lar ve daha birçokları. Tüm dünyanın takip ettiği bu kahramanlara çocukların bağlanmasının nesi kötü? Masum gibi görünen bu ürünler aslında üreticilerin kendi politikalarının birer yansıması. Çocuğun renkli, meraklı dünyasını kısıtladıkları, kendi kontrol ettikleri bir yöne mahkum ettikleri için kötü. Klasik kadın- erkek ilişkisini ve aile düzenini, çocuğun masumiyetini kullanarak sürdürmeye çalıştıkları için kötü. Çocuğun başka seçenekler de olabileceğine dair algısının önünde koca bir duvar ördükleri için kötü. Kız çocukları için; prenses bebekler, pespembe evler, ev aletleri, makyaj malzemeleri. Kızlar büyüyünce de benzer evlerde hizmet etmeye devam etsinler, yadırgamasınlar diye. Erkek çocuklar için; savaş kahramanları, silahlar, arabalar. Erkekler yüzünü evin dışına çevirsin, savaşsın, iktidar olsun, gerekirse buna sahip olmak için öldürsün diye. Geleneksel yapı rafları halen doldurmakla birlikte, modern dünyanın kadından beklentileri, değişen kadın erkek ilişkileri üzerine de çalışılmış. Başka raflarda daha “güçlü” kadın karakterler var. Büyüsel güçlere sihirlere sahipler, gerçeklikten uzak, tam da çocukların fantezilerine uygun, ama yine de hep dişiler, hep seksapeller ve güzeller. Oyuncaklar üzerinden sürdürdüğümüz bu akıl yürütmeyi kitaplara, dizilere ve müziğe de uyarlayabiliriz. Aynılar çünkü. Beyaz atlı prensinin kendisini kurtarmasını bekleyen pamuk prenses, külkedisi, uyuyan güzel. Edilgen, itaatkar kadın, kurtarıcı erkek. Televizyondan evlerimize giren diziler, programlarda temalar sıklıkla benzer. Sınıf farklılıklarını güzelliği sayesinde aşan karakterler.

Oysa yaşam gerçekte öyle değil. Yaşamda emek var, mücadele var, çoğumuz o kadar güzel ya da yakışıklı değiliz. Büyüsel güçlerimiz de yok. Yapay bir haz dünyasında boğuluyor çocuklar. Belki de asla sahip olamayacakları şeyler için rekabete giriyorlar şimdiden. Hızlıca elde edinilen ya da zaten doğuştan varolan özelliklere imrenme ve hatta tutunmayı öğreniyorlar. Paylaşmak, çalışmak, üretken olmak, yardımseverlik, eşitlikçilik, adalet duygusu böyle özellikler değiller ama. Yaşamın içinde öğrenilir ve emek isterler. Maalesef bize dayatılan kültürün içinde çok az yer var onlara.

Çocukların seçimi, onların isteği gibi kendimizi de zaman zaman kandırarak içine düşmüş olduğumuz bu tuzak çok tehlikeli. Bizler hızlı birer tüketiciye dönüştüğümüz için çocuklarımız da biraz öyleler. Alışveriş merkezlerine kapandığımız, daha az konuşup, daha az okuyup, daha çok vitrin ve ekran karşısında vakit harcadığımız için. Markalar çocukları da birer tüketim nesnesine dönüştürürken sessiz kaldığımız için. Asla vaat ettikleri sınıfın bir parçası olamayacağımızı fark etmediğimiz için. Evet, bu havuzun içinde boğulmamak kolay değil. Evet bazen boşa kürek sallıyor gibi çırpınıp duruyor gibi hissedebiliriz. Ama eğer her gün yeni bir bombayla uyanmaya devam etmek istemiyorsak, sessizce boyun eğmekten vazgeçmemiz gerekiyor. İnadına “iyi” olanı tercih etmek, seçmek, diretmek gerekiyor. Oyuncak da olsa bir çocuğa silah vermemekte ısrar etmek, her akşam düşünmeden oturup izleyelim diye karşımıza çıkardıklarını izlemeyi reddetmek gerekiyor. Bazen dışlanmayı, çocuğunuzun dışlanmasını göze almak gerekiyor. Tarafımızı seçmekten başka şansımız kalmış gibi görünmüyor.