Kahrolsun sekreter diktatörlüğü, yaşasın bağzı şeyler!

Ozan Gülhan (*)

Blog: Diren Terazi

“Bir sekreter, avukatın eli ayağıdır” derlerdi de inanmazdım. Her şey çok hızlı gelişti. Bizim sekreter Dilek Hanım, ailevi nedenlerle bir süreliğine işten ayrılmak zorunda kaldı. “Benim yerime birine ihtiyacınız olacaksa bir akrabam var, arayıp çağırayım” dedi önce. “Ne olacak yahu, sekretersizlik büroyu batırmaz ya” diye düşünüp geçiştirdik tabii.

Ertesi gün ofise geldik. Arkadaş telefonlar susmuyor. Telefonu kapatıyorsun kapı çalıyor, kapıya koşuyorsun faks geliyor, faksa bakarken mail yağıyor, tam cevapladım derken cama posta güvercini konuyor falan. Bu ne bee! Arada toplantılar kaçıyor, tebligatlar kayboluyor, müvekkiller sıkılıp gidiyor. Dilekçe falan yazmanın imkânı yok. Kızcağız tek başına bu kadar işi nasıl yapıyormuş yaa! 

Akşamüstü Dilek Hanım’ı aradık, dedik “Elini ayağını öpelim, dön geri.” Nazikçe, “Yarım saate ordayım, gelince konuşalım” cevabını verdi. Gelince gitmek zorunda olduğunu ama istersek dönene kadar bir süreliğine bir akrabasını çağırabileceğini söyledi yine. Biz başlarda biraz isteksiziz haliyle. Akrabasının nasıl birisi olduğunu sorduk. Yirmi beş yaşlarında, büro aletlerini kullanabilen, daha önceden sekreterlik deneyimi olan, şık giyinen, akıllı, uslu birisi olduğunu anlattı. “Ancak” dedi, “kötü birkaç tarafı var. İlk olarak annesi Ukraynalı bizimkinin. Aşırı sıcağa gelemez, arada üstünü falan çıkarıverir.”

Bak, bunları ikisi avukat, biri stajyer üç adama söylüyor. Yirmi beş yaşlarında, annesi Ukraynalı, arada üstünü çıkarıyor. Dilek Hanım daha devamını anlatmadan, biz akrabasının sekreterlik için tüm özellikleri taşıdığına oybirliği ile karar vermiştik bile. Bizimki, “üstünü çıkarır”dan sonra sekreterin kötü taraflarını anlatmaya devam etmiş: “Aşırı düzenli, biraz asabi, müdahaleci, despot...” Biz buraları duymadık bile. Aman canım, zaten kime ne bunlardan?

Normalde saat ondan önce hiçbirimizin büroya uğramamasına rağmen, sekreter gelecek diye dokuza çeyrek kala ofise geçtim. Ulan bir baktım, bizim ortak benden önce gelmiş. Güzel güzel giyinmiş, parfümler sürünmüş. Beş dakika geçmedi stajyer de damladı. Stajyer, ortaktan da bakımlı. Herkesin suratında Salak Milyoner filmindeki, hazine için sabah erken kalkıp tek başına İstanbul’a gitme planları yaparken tren istasyonunda yakalanan kardeş ifadesi. Ortağa dönüp, “Himmet Ağabey, bana şehirli bir karı alacan dee mi?” demek geldi içimden.

Sessizliği kapının çalması bozdu. Koşa koşa kapıya gittik. Kapıyı bir açtık ki ne görelim. Yirmi beş yaşlarında, sarışın, mavi gözlü, şık giyimli bir adam. Adam mı? “Ben yeni sekreteriniz Mahmut” dedi. Ortağa baktım, bildiğin 119. dakikada atılan golün sevinci 120. dakikada yenilen golün şokuyla kursağında kalmış Hırvatistan taraftarı. Stajyerle ise göz göze bile gelemedik. Hayal kırıklığı içinde kendini üçüncü kattan aşağıya atmış sanırım.

Kendi kendime, “Bak şu Dilek Hanım’ın attığı kazığa” dedim. Öyle bir yerden pazarladı ki sekreteri, biz o kafa karışıklığında cinsiyetini bile sormayı akıl edemedik. Kendisi bu çıkışıyla Top 5 dolandırıcılar listeme Sülün Osman, Banker Kastelli, Selçuk Parsadan ve Jet Fadıl’ın ardından doğrudan beşinci sıradan giriş yaptı.

Kısa dönem için başka bir sekreter bulma imkanımız olmadığından, el mahkûm Mahmut arkadaşı sekreter olarak işe başlattık. Adliyeye gitmeden önce yanımıza çağırıp dedik ki, “Biz öğleden sonra çok geçe kalmadan büroya döneriz. Sen işte etrafa bir göz atarsın, gelen tebligatları alırsın, telefonlara falan bakarsın. Dolapların içi ve masaların üstü dağınık gibi görünür ama bizim burada bir düzenimiz var, aradığımızı hemen buluruz. Oraları pek karıştırmazsan seviniriz.”

Ne olur ne olmaz diye adliyedeki işlerim biter bitmez büroya döndüm. Getirdiğim belgeleri zımbalayıp dosyalarına takmak istedim, baktım zımba teli bitmiş. Çekmecede arıyorum arıyorum bulamıyorum. Belgeleri zımbalamadan dosyalarına koymaya niyetlendim, dosyalar da yerinde yok. Haydaa… Madem öyle, belgeler kaybolmasın, üzerine iki satır not alayım dedim, kalemler de kayıp. Ben sanki “hiçbir yeri karıştırma” dememişim de, “anasını belle ofisin” demişim gibi birkaç saat içinde her şeyin yerini değiştirmiş adam. Dolapları, masaları, çekmeceleri, her yeri sıfırlamış!

Dayanamadım sekreterin yanına gittim. “Güzel kardeşim, ne konuştuk biz seninle? Neden yerlerini değiştirdin eşyaların?” diye sordum. “Değişim şart” şeklinde bir cevap verdi. Len noluyor? Sonra devam etti. Hep statükocu zihniyet yüzünden bu hallere düşmüşüz, vesayetten kurtulmak lazımmış, yepisyeni bir ofis olacakmışız, ama bunun için hepimizin taşın altına elini sokması lazımmış, burası artık yan gelip yatma yeri değilmiş falan. Nereden öğreniyorlar böyle lafları hiç bilmiyorum!

Eşyalara ne yaptığını sordum, arkasındaki dolaba istiflemiş hepsini. Dolabı da kilitleyip, anahtarını cebine atmış. Sebep? Bunlar ortalıkta dağınık olunca kötü görünüyormuş. “Bundan sonra lazım oldukça benden isteyip alırsınız” dedi. Arkadaş, zımba teli bitiyor, büronun bir ucundan bir ucuna gidip istiyorum, “Daha yeni verdim, ne çabuk bitirdin” diye söyleniyor. Tel len bu, kilosu beş lira. Şeffaf dosya almaya çalışıyorum, “Karton dosya daha iyi olur ona” diye akıl veriyor. “İyi o zaman karton dosya olsun” diyorum, kalmamış. Dalga mı geçiyorsun oğlum? Mecbur listeye yazdırıyorum, üzüntü içinde elim boş masama dönüyorum. Ertesi gün gelecek karton dosyaların hayalini kuruyorum. Ancak onlar da sınırsız değil, günlük üç karton dosya hakkım var. Bildiğin karneye bağladı adam koca ofisi!

Hayır, bunlar da hadi neyse. Dilekçe yazarken telefon çalıyor. Arkadaş, santral telefonunun benim masamda ne işi var? Açıyorum telefonu, anası mı, danası mı, birileri arıyor. Sekreter odasından bağırıyor, “Beni arıyorlarsa benim masaya bağlayın lütfen.” Kızgınlıkla, “Sen mi sekretersin, ben mi sekreterim?” şeklinde çıkışayım diyorum, “Ey Ozan Bey, sekreterliği senden öğrenecek değiliz!” diye lafa girişiyor. Adam bildiğin diktatörlüğünü kurdu büroda, tek başına yönetiyor her şeyi.

Bunların hepsi kabul edilebilir şeylerdi de, bizi o güzel havalar mahvetti. Havalar ısınınca bizim sekreter, Dilek Hanım’ın da özellikle belirttiği gibi, üstünü falan çıkarmaya başladı gerçekten. Ofiste yarı çıplak bir adam dolaşıyor. Bir süre sonra, çok gelen, giden de olmuyor diye bizim ortak da uydu buna. Birkaç güne mahalle baskısıyla beni de soydular. Büro büro değil, çıplaklar kampı. Bu arada bizim stajyer hala ortalıklarda yok. Akıllı adam vesselam, kaçtı kurtardı kendini.

Körle yatan şaşı kalkarmış. İşte böyle böyle sekreter Mahmut son günlerinde bizi de iyiden iyiye kendisine benzetmeye başladı. Tehlikeli bir virüs gibi yayılıyor adam. Bizim ortağın müvekkillerle konuşma tarzı bile değişti: “Sen bir müvekkilsin, haddini bileceksin önce. Böyle saçmalık olabilir mi? Sen beni muhatap görsen ne yazaaar, görmesen ne yazaaar. Senin bir defa konuşmaya yetkin yok. Sen kimsin yaa, sen kimsin?” Gerçekten yaa, kim ki o? Sen kimsin ulan, kimsin!..


(*) Avukat, Hukukta Sol Tavır Derneği Yönetim Kurulu Üyesi