Perili hukuk bürosu

Ozan Gülhan, Hukukta Sol Tavır Derneği YK Üyesi

Blog: Diren Terazi

Öğrencilik yıllarımda tek günlük, hatta birkaç saatlik bir iş tecrübem olmuştu. Birkaç saatlik dediysem öyle bir tecrübe değil yahu. Aklınız fikriniz fesatlık. Neyse… Birkaç saatliğine bir hukuk bürosunda çalışmıştım. Çok güzel bir ofisti. Avukat da gördüğüm en nazik, en anlayışlı insanlardan biriydi. Çalışma ortamı, iş saatleri, teklif edilen maaş da bir öğrenci için gayet tatmin ediciydi. Peki, şartların bu kadar iyi olmasına rağmen neden mi sadece birkaç saat çalıştım. Hemen anlatayım…

İnternette iş ilanlarına bakarken, sadece birkaç saat önce verilmiş bir ilan gördüm. Bir hukuk bürosuna rutin büro işlerini yapmak üzere hukuk öğrencisi arıyorlardı. Adres de evime oldukça yakın, ki İstanbul için bulunmaz nimet. Hemen telefon ettim, ertesi gün saat dokuza görüşme ayarladılar. Kararlaştırılan saatte oradaydım.

Avukat bey, görmüş geçirmiş, mesleğe en az otuz senesini vermiş bir İstanbul beyefendisiydi. İnsan sevgisi konuşmasından, karşısındakini incitmemek için dikkatlice seçtiği kelimelerden kolayca anlaşılıyordu. Sadece insan sevgisi mi? Hayvanları da bir o kadar sevdiği, ofiste beslediği hayvanlardan belliydi. Köşedeki masanın üzerinde kocaman bir akvaryum, içinde de allısı morlusu çeşit çeşit balıklar vardı mesela. Odanın girişindeki kafeste kırmızı renkli, çok güzel bir papağan; kapının yanında da üç tane kanarya bulunuyordu. Holdeki fanustaysa iki tane kaplumbağa geziniyordu.

Çalışma koşulları, avukattan da iyiydi. Sabah dokuzdan akşam beşe kadar çalışılıyordu. Benim üzerimde icra koşuşturması olmayacaktı; sadece büroda fotokopi çekme, dosya düzenleme, raporlama gibi işler yapılacaktı. Avukat beyden başka, bir sekreter ile bir de stajyer vardı büroda. Onların da mutluluğu gözlerinden okunuyordu. Başka çalışanlar da varmış ama onlar sabahları doğrudan adliyelere gidiyorlarmış. Avukat bey, sağ olsun ücret konusunda da epey bonkördü. Beklentilerimin çok üzerinde bir maaş teklif etti. Her şey rüya gibiydi. Ben de haliyle çok düşünmeden kabul ettim işi. Yine de içimde kötü bir his vardı. Niye bu kadar iyi şartlar var, niye bu kadar iyi davranıyorlar. Aynı korku filmlerinde tuzağa düşürülen adamlar için kurulmuş düzeneğe benzettim bir an için durumu. Sonra “adam sen de” dedim kendi kendime; işim gücüm paranoya…

Yarım saatlik görüşmeden sonra herkes işinin başına döndü. Avukat bey, önemli bir müvekkil görüşmesi yapacağından ofisi terk etti. Stajyerin bir teminat iadesi işi için adliyeye gitmesi gerekiyordu. Bana da akşama kadar bitirilmek ve müvekkile gönderilmek üzere bir raporlama işi verdiler. Buraya kadar her şey normaldi. Ancak avukat ve stajyer ofisi terk eder etmez gariplikler başladı. İlk önce sekretere bir telefon geldi. Bir yakını kaza geçirmişmiş. Avukatla telefonda konuşup yanıma geldi, çıkması gerektiğini ama stajyerin adliyedeki işini bitirir bitirmez ofise döneceğini söyledi. Daha ilk iş günümde ofiste yalnız başıma kalakaldım.

Sekreter gittikten yarım saat kadar sonra telefon çaldı. Önce oturduğum masadaki telefondan hattı almaya çalıştım. Dokuza bastım; yıldızı, kareyi falan tuşladım ama işe yaramadı. İşin kötüsü cep telefonu numaralarını almayı akıl edemediğimden kimseye bir şeyler danışma imkânım da yoktu. El mahkûm koridordan geçip, girişteki sekreter odasına gittim. Telefonu açtım ama yetişemedim sanırım; çünkü normal ahize sesi geliyordu yalnızca. Yerime döndüm. Birkaç dakika sonra bir kez daha telefon çaldı. Bu sefer daha hızlı adımlarla koridoru geçtim ama daha odaya bile giremeden telefon sustu. Telefon kablolu olduğundan yanıma alamıyorum. Raporlama yapılacak bir dolap dolusu dosya olduğu için onları da sekreter odasına taşıyamıyorum. “Ne yapalım, bir dahaki sefere daha hızlı gideriz artık” deyip, odaya geri döndüm. Dosyalardan aldığım notları bilgisayara geçirmeye başladım.

Beş dakika sonra karşıdaki masanın altından bir şey geçer gibi oldu. Ben ona bakarken bu kez kapı zili çaldı. Kalktım, kapıya gidip açtım ama görünürde kimse yok. Otomata bastım, bekledim. Ne apartman kapısının açılma sesi geldi ne ışık yandı ne de asansör çalıştı. Baktım ne gelen var ne giden, geçtim oturdum yine yerime. Bir yandan da kulağım kapıda. Birkaç dakika daha bekledim ama kapı çalınmadı. Yerime dönüp, kaldığım yerden işime devam ettim.

On beş dakika sonra telefon yeniden çalmaya başladı. Arkadaş, gidiyorum ama daha odaya varmadan telefon susuyor. Bir süre orada bekliyorum, telefon çalmıyor. Yerime geçiyorum, yeniden çalmaya başlıyor. Üç defa arka arkaya çaldı böyle. Hiçbirinde de arayanı yakalayamadım. Sanırsınız biri beni işletiyor. Her seferinde yetişmek için koridoru daha hızlı koşuyorum. Sonlara doğru öyle bir koşmaya başladım ki, Usain Bolt b.k yemiş. Bildiğiniz milisaniyelerle yarışıyorum. Rüzgârın oğlu geliyor sanki.

Baktım olacak gibi değil, en sonunda dayanamadım, santralin fişini çektim. Anlayacağınız, kökünden çözdüm sorunu. Bir şey derlerse de, işi sekreterin üzerine yıkıp, “Vallahi bütün gün hiç telefon çalmadı. Ben de ‘Bu nasıl büro, hiç telefon gelmiyor’ diye soracaktım” demeye karar verdim. Rahatlamış bir şekilde yerime döndüm ilk defa.

Yarım saat sonra bir kez daha kapı zili çaldı. Kalktım, kapıya gidip açtım ama yine görünürde kimse yok. Otomata basıp bekledim ama tık yok. Yavaş yavaş işkillenmeye başladım haliyle. Bir terslik var bu işte. Dönüp sandalyeme oturdum yine, ancak iş yapmak ne mümkün. Kamera şakasına mı denk geldik diye sağı solu kontrol ediyorum bir yandan da.

Beş dakika sonra tekrar telefon çalmaya başladı. Ulan nasıl olur? Fişini çekmişim. İşte o an hafiften tırstım. Gittim, telefonu açtım, hiç ses yok bu sefer. O “bip bip bip” sesi bile yok. Nasıl olsun ki? Euzü billahi mineş şeyta…. Ben daha bitiremeden kanaryalar bağrışmaya, uçuşmaya başladı. Sanırsınız boğazlıyorlar hayvanları. Onlar susmadan kapı çaldı üstüne. Ama nasıl çalınıyor kapı. Bildiğiniz alacaklı avukatı gelmiş, kapıya dayanmış. Gidip tırsa tırsa açtım, kimse yok. Len!.. Yine telefon çalmaya başladı. Sonra sanki bacağıma bir şey sürter gibi oldu. Tüylerim dikeldi birden. Perili hukuk bürosuymuş arkadaş burası. “Başlarım parasına da işine de” diye söylenip, kaçmaya başladım. Koşarken kendi gölgemden bile korkuyorum ama. Gayri resmi olarak yüz metrede Türkiye rekorunu kırmış bile olabilirim. Öyle bir kaçtım ki, tutabilene aşk olsun.

Birkaç ay sonra kulak misafiri olduğum bir sohbet sırasında üniversitedeki bir arkadaşın benim kaçtığım o perili büroda çalıştığını öğrendim. Adam öve öve bitiremiyor ofisi: “Hepsi çok kibar insanlar. İnsanın evi gibi valla, içeride hayvan bile besliyorlar. Hepsi de cins hayvanların. Scottish shorthair kedileri inanılmaz tatlı. Hele bir papağan var ki, aman aman. Hayvan, onlarca kelime söyleyebiliyor; ayrıca kapı sesinden telefon sesine her türlü sesi taklit edebiliyor.”

Sinirden devamını dinleyemedim. Ulan taklit miymiş bütün onlar. Kim bilir, belki de ben koştururken arkamdan bakıp, kıs kıs gülüyordu hayvan oğlu hayvanlar. Bacağıma sürtünen, masa altında gezinen de kediymiş o zaman. Hadi kedi yine neyse de, papağanın yatacak yeri yok. Kafesine ateş salınsın, yuvası başına yıkılsın öyle papağanın. Gül gibi işten ettiği bir şey değil, aklımı çıkardı yerinden. Adi papağan, seninle anlayacağın dilden konuşmak lazım aslında: Çipetpet çipetpet altılı yedili cibili cibili şak şak şak fuck fuck fuck!!!