Toprak ana

Av. Ozan Gülhan, Hukukta Sol Tavır Derneği YK Üyesi

Blog: Diren Terazi

Aziz Nesin’in 100. yaşı anısına…

Avukatlık stresli ve yoğun bir meslek. Seneler geçtikçe stres ve yoğunluk da artıyor. Kendinize bile doğru dürüst zaman ayıramazken, üstüne çocuk sahibi oldunuz mu da tadından yenmiyor. Ev ile ofis arasına sıkışıp kalıyorsunuz. İşte bu dayanılmaz monotonluktan kurtulmak, biraz kafa dağıtmak için bir hobi bulmaya karar verdim. Verdim de bizimkileri ikna etmek ne mümkün.

“Ben dalış kursuna gitmek istiyorum” dedim önce, Mehmet Amca’nın küçük oğlunun nasıl vurgun yediğini anlattılar. Çocuklu adammışım, çocuğum babasız mı büyüsünmüş. “Motosiklet alsam” diyecek oldum, Ayşe Teyze’nin küçük oğlunun kaza yapıp kamyonun altında kaldığını hatırlattılar. “Fotoğraf kursu” diye devam ettim, meğerse İsmet Dayı’nın oğlunu orada ayartmışlar, karısından ayırmışlar. Son ümit “Peki ya dans kursu” cümlesiyle şansımı denedim, “Sen bizi hiç dinlemiyorsun herhalde” şeklinde bir cevap verdiler. Dediklerine göre, orası tam bir izdivaç programıymış, komşunun kızı tango yaparken hamile kalmış. Eleye eleye en son evde çiçek yetiştirme konusunda fikir birliğine vardık.

Tabii ben hiçbir şeyi hobi olarak yapamayan birisi olduğumdan daha ilk haftadan balkonu tarlaya çevirdim. Domates, biber, salatalık, nane ile başlayan liste, çilek ve marul ile devam etti. Dedim, biraz da çiçek koyalım, renk gelsin. Yılbaşından menekşeye, orkideden sümbüle, benjaminden sıklamene yok yok. Balkon öyle bir hal aldı ki, emekli olunca bizim balkona yerleşmek isteyenler çıkmaya başladı. Bu arada ben de yavaş yavaş balkondan evin iç bölgelerine doğru yayılmacı bir politikaya geçiş yaptım.

Benim çiçekleri gören komşular da sağdan soldan kırdıkları dalları getirmeye başlayınca, birkaç yeni saksı için toprak gerekti. Başta, yol kenarından, parktan falan almaya niyetlendim. Sonra milyonları, milyarları götürenlere bir şey denilmeyen güzel ülkemde, bir avuç toprak için “devlet malını çalıyor” damgası yemekten korkarak vazgeçtim.

Bir akşam iş çıkışı eve dönerken Beylikdüzü’ndeki Bahçe Dünyası’na uğradım. Dolanmadan toprak reyonuna gittim hemen. Bir baktım, 2,5 kilo toprak 5 lira. Al git işte, değil mi! Yok, onu alacakken yanındaki poşetleri gördüm: Ekonomik boy, 10 kilosu 15 lira. Bizde aile geleneğidir, avantajlı ürünleri kaçırmayız. Fiyat uygun olsun, gerekirse dört traktör lastiği alır, salonun ortasına koyarız. İşte bu düşünceyle elim tam poşete uzanmıştı ki, arkaya gizlenen poşetleri fark ettim: Süper boy, 20 kilosu 20 lira. Vay anasını demeye kalmadan onun da yanına kaydı gözler. Anam o da ne? Mega boy, 40 kilosu sadece 30 lira. Bak, böyle devam etse, topraktan girip ev sahibi yapacak adamlar beni!

Neyse, ben bu 40 kiloluk poşeti, daha doğrusu çuvalı bir zorladım, zar zor kalkıyor. “Şimdi bunu eve kadar kim götürecek” diye düşünüp, vazgeçmeye hazırlanırken; benim yaşlarımda, iri yarı bir adam yaklaştı yanıma. Reyona önce adaleleri geldi, adalelerden yarım saat sonra da vücudunun diğer kısımları… Feriştah Yenge’ye çevirdi beni herif. Serçe parmağındaki pazı bile kolumdakinden büyük, öyle anlatayım. Ağırlık çalışmamış da, aletleri yemiş sanki. 40 kiloluk çuvallardan bir tane sağ eline, bir tane de sol eline, bir tane de koltuğunun altına alıp gitti. O gazla ben de kaptım bir tane. Sürüye sürüye kasaya kadar götürdüm. Terminatör parayı ödeyip çıktı, ben de “haydi bismillah” deyip arkasından. Ulan bu cipine atladı gitti, ben kapıda kalakaldım. Taksi baktım ama iş çıkışı bulmak imkânsız. El mecbur, istikamet metrobüs. Ancak, çuvalı taşımak ne mümkün.

Sırtımda çuvalla metrobüsün merdivenlerine kadar gittim ama iflahım (kibarca) kesildi. Baktım taşıyamıyorum, “Başlarım parasına da, uygununa da” diye söylenip, bıraktım çuvalı çöpün yanına. Tam giderken bir el kavradı omzumu. Temizlik görevlisi, “Beyim” dedi, “tuğla, moloz, beton falan bırakma buraya.” Hemen “Toprak o yaa” diye üste çıkmaya çalıştım. “Toprak da olmaz. Nereden aldıysan oraya götür bunu. Sonra bize taşıtıyorlar.” diye söylendi. Bir daha çıkışayım dedim ama baktım işler “oğlum bak git”e dönüyor, geri bastım. Tekrar sırtladım çuvalı, doğru metrobüsün merdivenlerinden yukarı. Adam ölüsü gibi namussuz da, bildiğiniz toprak anayı taşıyorum sırtımda. Metrobüse bindiğimde rengimin mora çaldığını tahmin ediyorum; çünkü iki kişi birden kalkıp yer verdi. Ben de aldım çuvalı kucağa, oturdum bir güzel. 

Beylikdüzü son durağa kadar her şey normaldi. Durağa gelince kucağımdaki çuval yüzünden ilk etapta inemedim. Böyle kısmi felç gibi bir şey oldu sanki, bacaklarımı hissetmiyorum. İki kişi el attı da, zorla indirebildi beni aşağıya. Ondan sonra taşıma işi yeniden başladı. Sırtıma alıyorum olmuyor, omuzlara koyuyorum dolmuyor. Önce sol, sonra sağ taraf çöktü. Kucağıma aldım, kollar koptu. Tekrar sırt, tekrar kucak derken bir baktım, bildiğiniz çuvalla ulu orta sevişiyoruz biz. Bir o kucakta, bir ben. Bir yüz metre ben onu götürüyorum, sonra bir yüz metre o beni taşıyor. Bendeki bu azmi Leon görse, yemin ediyorum Matilda’yı kovup beni alırdı yanına çiçeğini taşıtmak için.

Eşeğin yükü ağır olursa iyi yürürmüş. Yere bırak, yerden sırta, silkme, koparma derken kan ter içinde zor da olsa eve varabildim. Kapının önünde çuvalı yere bıraktım. Arkadaş, zile basacağım, kollar kalkmıyor. Vücut tükenmiş, son enerjisini çuvalı bırakmak için kullanmış. Kafamla kapıya vurdum da öyle açtılar, yoksa sabaha kadar kalacaktım orada öyle. Kapı açılınca içimden killisinden kireçlisine, kumlusundan humuslusuna, toprağın gelmişine geçmişine şöyle afili bir sövüp içeri girdim.

Bizimkiler 40 kilo toprağı görünce artık dayanamayıp benim hobiyi değiştirmeye karar verdiler. Çiçekleri birilerine vermem karşılığında ne desem kabul ediyorlar. “Ben dalış kursuna gitmek istiyorum” diyorum, “Ne demek canımın içi, en derinlere dal” cevabı geliyor. “Motosikletle giderim ama” diye ilave ediyorum, “Giderken fotoğraf da çekmeyi unutma” diyorlar. Dans kursuna bile yazılabilirmişim. Ne diyeyim? O zaman dans, renk…

***

Büyük usta Aziz Nesin 100 yaşında… Dostoyevski, Gogol’un Palto isimli öyküsüne atıf yaparak “Hepimiz onun paltosundan çıktık” diyordu. Palto, Gerçekçi Rus Edebiyatı’nın mihenk taşıydı ve yazarı da diğer yazarlara ilham kaynağı olmuştu. Aynı benzetme, Aziz Nesin ve Türkiye’deki mizah konusunda da yapılabilir. Ancak Aziz Nesin’i hiç rahat bırakmadılar, sırtından paltosunu almak için her şeyi denediler. Cezaevinde ve sürgünde el koymaya çalıştılar o paltoya, Madımak’ta yakmaya. Yılmadı, pes etmedi, boyun eğmedi. O paltoya sayısız insanı sığdırdı. Bugün bizler #DirenTerazi blogunda amatörce de olsa bir şeyler yazabiliyorsak, sizlerin yüzlerinde bir parça tebessüm yaratabiliyor, bir şeyleri sorgulatabiliyorsak; işte bunların hepsi Aziz Nesin’in sayesindedir. Devrettiği sorumluluk sırtımızda…