İnternet cehaleti

Av. Ozan Gülhan, Hukukta Sol Tavır Derneği YK Üyesi

Blog: Diren Terazi

Derya Hanım hışımla odaya girdiğinde dilekçe yazmaya çalışıyordum. “Bir dakika hanımefendi, avukat bey müsait değil” diyen sekreterin suratına kapıyı bir güzel çarpıp, masamın önündeki koltuğa kuruluverdi. Hiç istifini bozmadan telefondaki arkadaşına hararetli hararetli  laf anlatmaya devam etti: “Aynen öyle şekerim. O yelloz bana dedi bunları. Sen kimsin ya? Kaç paralık adamsın sen? Ne olmuş yani köpek sabaha kadar havlamışsa. Havlayacak tabii. Köpek bu ayol, ne yapsın yani? Miyavlasın mı? Hahahay. Evet, evet, öyle demek lazımdı aslında orada. Çok ayıp etti, çok. Neyse, şimdi kapatmam lazım, avukatın yanına geldim. Süründüreceğim onu ama. Tamam tatlım, çıkınca arayacağım seni de.”

Daha yüzüme bakmadan telefonu tekrar çalıp, ikinci konuşmasına başladığında, Derya Hanım’ın kim olduğunu hatırladım. Birkaç sene önce bir kiracısı ile yaşadığı problem nedeniyle tahliye davasına bakmıştık. Tam anlamıyla bize kan kusturmuştu. Kendisi, otuzlu yaşlarda bir mimardı. Ancak mimar olmasına rağmen, yeri geldiğinde bir avukattan daha çok hukuk, bir doktordan daha çok tıp ya da bir müzisyenden daha çok müzik bilgisine sahip olabiliyordu. Ona göre spesifik olarak bir alanda eğitim almak, uzmanlaşmak ya da çalışmak boş işlerdi. İnternet denilen bir şey vardı canım! İki tıkla tüm dünyanın bilgilerine ulaşılabiliyordu artık.

Derya Hanım, olayı tüm ayrıntılarına kadar ikinci arkadaşına da anlattıktan sonra telefonunu kapatıp bana döndü. Bir kez de bana anlatmaya niyetlenmişti ki, problemin ne olduğunu gayet açık anladığımı ifade ettim. Evet, köpekti bu ve havlardı; ayrıca komşusu da çok ayıp etmişti. “Sizin gibi leb demeden leblebiyi anlayan insanlara bayılıyorum” dedi. Hâlbuki bayılmaya değil de, beni bayıltmaya gelmişti sanki büroya.

“Hakaret davası mı açmak istiyorsunuz” diye sordum ilk, “Bütün davaları açmak istiyorum” cevabını verdi. Ardından devam etti, “Maddi tazminat, manevi tazminat,  sonra efendime söyleyeyim kıdem tazminatı, inkâr tazminatı ve...” Cümlesinin sonuna kadar dayanamayıp durdurdum. Maddi tazminat istenilebilmesi için maddi bir zararın bulunması gerektiğini, inkâr tazminatının icra hukuku, kıdem tazminatının ise iş hukukuyla ilgili apayrı kavramlar olduğunu anlatmaya çalıştıysam da her şeyi bilen Derya Hanım’ı ikna edemedim. Bütün tazminat davalarını açtırmak konusunda önlenemez bir isteği vardı.

Bu kez davayı ispatlayabileceğimiz delillerin olup olmadığı bölümüne geçtik. Dediğine göre üst komşusu her şeyi görmüş ama komşularıyla arasının bozulmasını istemediği için tanıklık yapma fikrine soğuk yaklaşmış önce. Derya Hanım bu, hiç pes eder mi! “Sen merak etme canımın içi, gizli tanık yaparız seni” diyerek ikna etmiş onu. Ben, “Gözünüzü seveyim, hiç tazminat davasında gizli tanık olur mu?” der demez, hemen engin bilgisini konuşturmaya başladı. Gelmeden önce internetten her şeyi araştırmış; Ergenekon davasında, Balyoz davasında falan hep gizli tanıklarla işi çözmüşler. Onun davasının ne eksiği varmış yahu!

Derya Hanım’ın istekleri dur durak bilmiyordu. “Ayrıca tedbirle ilgili önlemleri de hemen alalım lütfen” diye devam etti. Boşluğuma gelip, “Ne gibi?” sorusunu yöneltince, o saçma sapan, “İhtiyati tedbirler işte ya. Uzaklaştırma kararı, kapıya nöbetçi polis, teminat senedi, konşimento falan” yanıtını da sonuna kadar hak ettim. Eniştesinin avukatı bir davasında ne tedbirler almış, ne tedbirler! “İnternet sayesinde bilinçlendik artık. Mesela Ticaret Kanunu’nda 1500’den fazla madde varmış. Benim davama uygun birkaç madde buluverin oradan. Onu da mı okuyup ben bulayım yani!” şeklinde serzenişte bulundu bir de. Bense olayın Ticaret Kanunu kapsamına girmediğini anlatamadım; çünkü o esnada sadece aklıma mukayyet olmaya çalışıyordum.

Buraya kadar bile her şey anlaşılırdı da kararın süresi konusunda Derya Hanım bildiğiniz kendisini aştı. “Ozan Bey” dedi, “ben bir ay sonra yurtdışına çıkacağım. Diyorum, siz bu kararı hemen alsanız da, aklım burada kalmasa.” Ben bir aya bırakın karar çıkarmayı, ilk duruşmanın bile yapılamayacağını anlatmaya çalıştıysam da nafile. Hanımefendi bu cevabıma epey sinirlendi: “İki satır yazı, bir de altına mühür yahu. İmzayı bile atmıyorlarmış artık, elektronik imzaymış o da. Bir ayda yazamıyorlarsa da, siz yazıp imzalatın işte.” Konuşmanın ilerleyen bölümünde de ben durumu açıklamaya çalıştıkça Derya Hanım coştu: “Neeee? İlk celsede karar çıkmaz da ne demek?”, “Bu basit dava için bu kadar para fazla değil mi?”, “Olur mu canım hiç öyle şey?”, “Yok artık, daha neler!”, “Vallahi bu avukatlardan korkulur. İnternet de olmasa aldatacaksınız herkesi!”

En sonunda sakinliğimi kaybedip, “Siz madem her şeyi biliyorsunuz, bana niye geldiniz?” diye çıkıştım. Bunun üzerine Derya Hanım, “Hiçbir şey bildiğiniz yok. Hata zaten size gelende” şeklinde bağırıp, geldiği gibi yine bir hışımla kapıları çarpıp gitti. Evet, belki iyi bir avukatın görevi zor olanı başarmaktı ama kendisi tam anlamıyla imkânsızı istiyordu!

O kadar sinirlenmişim ki, akşama doğru bir baş ağrısı başladı bende. Biraz da ateşim çıktı, bir halsizlik, bir yorgunluk çöktü üzerime. Sabah kalktığımda bir baktım, motoru da bozmuşum, cırcır olmuşum. Hastalık daha ilerlemeden hastaneye gitmeye karar verdim tabii. Ancak öncesinde şikâyetlerimi yazıp internetten bir sorgulama yapmak istedim. Doktoru görmeden biraz bilgi sahibi olmanın kimseye zararı olmazdı sonuçta.

Ateş, ağrı, halsizlik, yorgunluk ile başladığım arama beni sürekli üzerine bir şeyler katarak bir yerlere yönlendirmeye başladı. Nefes darlığı da var mı? Bir bakayım, var gibi sanki. Dalakta büyüme? Geçen hafta halı sahada dalağım şişmişti biraz. Kalpte sıkışma? Merdivenleri hızlı çıkınca… Adet düzensizliği? Sanki bazen… Birkaç saat içinde taşlar yerine oturmaya başladı. Parçaları birleştirince büyük resmi gördüm. Ben meğerse Angola kırsalında sıkça görülen ölümcül bir hastalık olan Batı Afrika tripanosomiyazına yakalanmışım.

Durumun ciddiyetini fark edince, vakit kaybetmeksizin hastaneye gittim. Sıra falan deyip durdurmaya çalıştılarsa da dinlemeyip koştura koştura doktorun odasına girdim. Dedim, “Yandım doktor, bittim doktor, derdime bir çare.” Bilinçli bir hasta olarak inanılmaz da yardımcı olmaya çalışıyorum. Doktor gömleği sıyırmamı istiyor, üzerimde ne varsa çıkarıp atıyorum. Öksürmemi istiyor, ciğerlerimi tükürüyorum. Soruyor anlatıyorum, soruyor anlatıyorum. Doktor muayeneden sonra tutup demesin mi, “Basit bir soğuk algınlığı” diye. Yok artık, daha neler! Be vicdansız adam, bu kadar mı ilgisiz, bu kadar mı bilgisiz olunur. Ben orada ölümle cebelleşiyorum, söylediği lafa bak. Hayır, anladık yeterli donanımın yok, bari aç da internette birkaç satır bir şey oku, değil mi? İtiraz edip, Batı Afrika tripanosomiyazının bütün belirtilerini taşıdığımı anlattım ama dinletemedim doktora. Kutsi’nin beyin cerrahı olduğu Doktorlar dizisini dört sezon boyunca izlemiş adama, bildiğiniz saksı muamelesi yaptı utanmaz.

En son dayanamayıp, “Hiçbir şey bildiğiniz yok. Hata zaten size gelende” diye bağırdım, kapıyı çarpıp çıktım. Eve gider gitmez, tedavi sürecine başlamak için internette arama yapmaya koyuldum. Sağlığa yeterli önemin verilmediği, diyanete bile sağlığın üç katı kadar bütçenin ayrıldığı bu güzel ülkede mecbur kendi kendinizin doktoru oluyorsunuz işte böyle. Neyse, şükürler olsun ki internet denen bir şey var. Bir sağlık sitesinde, birisinin kayınının da aynı amansız hastalığa yakalandığını gördüm de, onların yazdıklarından aldım bütün iyileşme tüyolarını. Nedense bir hafta geçmesine rağmen durumumda pek bir ilerleme olmadı. Ancak ölümcül hastalık sonuçta, öyle iki günde geçmesini de beklememek lazım canım…