Breaking Bad (Kafayı Kırmak)

Av. Ozan Gülhan, Hukukta Sol Tavır Derneği YK Üyesi

Blog: Diren Terazi

Yoğun bir şekilde banka takipleri yapan bir icra bürosunda üç kuruş paraya sabahtan akşama kadar köpek gibi çalıştığım zamanlar... Yaptığım işte üç kişilik bir ekibin başı pozisyonunda kaşe, numaratör ve mühürden sorumluyum. Düşünün, üç kişiden en kıdemlisinin yaptığı iş bu! Ben kıdemli avukat olarak bunları yapıyorum ama bir yandan da halime şükrediyorum; çünkü beterin beteri var. Bir tanesi stajyerimiz Hilmi. Büyük hayallerle hukuk fakültesini bitirmiş, benimle aynı kaderi paylaşıyor. Aynı yolun yolcusuyuz. Yaşı 22, uzmanlık alanı kâğıt delip, dosyaya takmak. Elleri kâğıt kesiği dolu. Bu kesikler onu mafyatik gösteriyormuş dediğine göre. Terso gidiyor, racon kesiyor icabında. Diğer kadersiz ise, yaz aylarında iş öğrenmek için çalıştığımız büroya gelen hukuk fakültesi son sınıf öğrencisi Merve. Kendisi pulcu başımız. Bir icra ekibinin olmazsa olmazı yani! 

Her sabah Hasanpaşa’daki eski Kadıköy Adliyesi’ne gidip sayısı belirsiz icra takiplerini hazırlıyoruz. İcra dairelerinin ne içinde ne de bulunduğu katta, bırakın takip hazırlamayı, nefes alacak bile yer olmadığı için zemin kattaki bir masayı işgal edip, orada çalışıyoruz. Tabii masayı kapmak bile başlı başına olay. Sabahları erkenden kalkıp, havuz kenarındaki şezlonglara havlu atarak yer kapan tatilciler gibi sabahın sekizinde adliyeye gelip, masaya eşyalarımızı yığıyoruz her gün. Ardından çalışmaya başlıyoruz. Stajyer Hilmi dosyaları katlıyor; allah ne verdiyse delip dosyalara takıyor; önüme gelen belgelere ben hemen tak tak kaşe, numara, mühür vuruyorum; sonra Merve gönderilecek belgelerin bir suretini zarfa koyuyor, pullar ahenkle dans ederek zarfa yapıştırılıyor falan.

Evet, onca yıllık eğitimin ardından ilkokulun kapısından içeri girmemiş bir kişinin de rahatlıkla yapacağı işleri yapıyoruz. Yine de mahallede avukat olarak caka satıyorum. Her sorana, “Avukatlık zor iş birader, öyle herkes yapamaz” cevabını veriyorum. Ben böyle Semra Hoca’ya kur yapan Badi Ekrem gibi artist artist dolaşıyorum da, konu komşu benim arkamdan neler neler konuşuyormuş. Sabahtan akşama kadar kaşe, numaratör ve mühür kullandığımdan haliyle ellerim mürekkep içinde kalıyor, akşam da eve öyle gidiyorum ya; mahallede benim aslında avukat değil, matbaacı olduğum konusunda bir söylenti çıkmış. Hadi onu geçtim, benim siyasetle ilgilendiğimi bilen bazı komşular iddiayı yükseltip; yeraltında illegal bildiri bastığım, o nedenle mürekkep lekeleri içinde dolaştığım dedikodusunu yaymışlar. Benim öyle korkusuz yürümemi de arkamdaki örgüte bağlamışlar hep. Hayır, o bir şey değil, ülke de karışık bahsettiğim yıllarda. Daha Ali Koç’un falan devrimci olmadığı, sosyalizm propagandası yapmadığı zamanlar yani. Bir avuç adamız; sen, ben, bizim Osman. Bunların yüzünden Filistin askısına asacaklar beni, kollarım yıpranacak, bir daha kaşe, mühür falan kullanamayacağım diye korkuyorum. Ekmeğimle oynuyor vicdansızlar. Hâlbuki ekmek için Ekmelettin, değil mi kardeşler?

Baktım işin sonu kötü, mahalle baskısına dayanamayıp, adliyeye kolonya ve peçeteyle gitmeye karar verdim. Elim mürekkep oldukça kurumadan silip temizliyorum. Ulan on dakika geçti geçmedi bir avukat geldi, kolonyayla ellerini sildi, peçeteden bir tane aldı, tek kelime etmeden bir lira bırakıp gitti. Hayırdır inşallah. Beş dakika sonra başka bir avukat daha… Ne oluyor yahu? Arkadaş, meğer adliyenin tuvaleti bizim masanın az ilerisindeymiş. Çıkanlar geçerken kolonya ile peçeteleri görünce tuvalet paralı sanıp, para veriyormuş. Öğlen yemeğine yetecek kadar parayı çıkardıktan sonra tuvalet işinin avukatlık mesleğiyle bağdaşmadığına kanaat getirip, kolonya ve peçeteleri sakladım. Şartlar beni zorla mürekkep içindeki yeraltı hayatına geri döndürdü.

En deneyimsiz arkadaşımız Merve’nin durumu ise en beterimizdi. Biz insan gibi takip başlatmayıp, makul sayılarda evrak da göndermediğimizden, kızcağız her gün yüzlerce pul yapıştırmak zorunda kalıyordu. Bir gün sağ elinin tırnaklarında mantar çıktı Merve’nin. Yapıştırmadan önce pulları o meşhur ıslak turuncu süngerden şüphelendik haliyle. Kızın elleri bütün gün süngerin içinde pulları ıslatmakla uğraşıyordu çünkü. Ellerini süngerli sudan soğuk suya sokturmuyoruz anlayacağınız. Neyse, doktora gitti, doktor da “Süngerden kaynaklanmış olabilir” demiş. Sağlığın mevzubahis, bırak işi değil mi? Yok. İşten ayrılmak yerine, üniversiteyi bitirince çalışırım düşüncesi ve eminim ki bundan daha fazla olarak iş öğrenme aşkıyla (!) yerine getirdiği bu önemli pul yapıştırma görevini aksatmak istemediği için süngeri bırakıp, pulları yalayarak yapıştırmaya başladı. Hilmi’yle yaptığımız yaklaşık on beş dakikalık “Pul yalamak orucu bozar mı?” tartışmasının ardından, daha Ramazan’a birkaç ay olması münasebetiyle bu konuyu Nihat Hatipoğlu’na bırakıp tekrar işe koyulduk.

Yine kafayı kaldırmadan, soluksuz çalıştığımız o gün, öğlene doğru “küt” diye bir ses duyduk. Kafayı kaldırınca Hilmi’yle göz göze geldim. Bir de salına salına yere doğru inişe geçmiş pulları gördüm. Ancak Merve ortalarda yok. Len! Meğer ses Merve’den gelmiş. Kız bayılmış, oturduğu sandalyeden düşmüş, yerde yatıyor. Hilmi panik çocuk zaten, “Abi ne oldu? Abi ne oldu?” diye bağırmaya başladı. Stajyer olduğundan daha deneyimsiz işte. “Oğlum sakin ol, yok bir şey” dedim, “Merve düştü, Turabi kazandı.”

Kısa süre içinde toparlanarak, Merve’yi taksiye attıp, hastanenin yolunu tuttuk. Kontrolden ve testlerden sonra doktorun yanına gittim. Doktor, Merve’de bir çeşit kimyasal zehirlenmesi tespit ettiklerini söyleyip, mesleğimizi öğrenmek istedi. Ulan, kimyasal zehirlenmesi de nedir? “Avukatız” dedim, bu kez de bizim kimyasalla ne işimiz olduğunu sordu. Hayır, öyle bir soruyor ki, sanırsınız ben Walter White’ım, normalde metamfetamin işi yapıp, avukatlığı da kara para aklamak için paravan olarak kullanıyorum. Doktora şöyle bir baktım, “Say my name” dedim. Panik içinde “Heisenberg” diye mırıldandı. “You’re goddamn right!” dedim, kızı da alıp çıktım.

Yine atladık taksiye, bu kez de Merve’yi evine bırakmaya gittik. Tam biz eve vardık, patron aradı. Adliyeye gitmiş, bizi bulamayınca işten mi kaytarıyoruz diye telefon etmiş. Ben olayı anlatmaya çalışırken sürekli lafı ağzıma tıktı sağ olsun. Kırkıncı defa sorduğu “Neredesiniz?” sorusuna, “Şu an Merveler’deyiz” cevabını verebildim. Ardından “Ne yapıyorsunuz len Merveler’de, ders mi çalışıyorsunuz?” şeklinde mizah ve akıl dolu yeni bir soru sordu. Sonra da konuşmama izin vermeden, şimdilik bir günlük maaşımızı keseceğini, bir daha aynısı olursa da hepimizi kovacağını anlattı. O gün çalışmayarak ona epey bir zarar vermişiz, para kaybettirmişiz. Durumu Pinkman Hilmi’ye anlattım, hırsla “Yo, bitch. Kimse benim paramın üstüne yatamaz” dedi. Patron üstüne yattı da, kış uykusuna bile geçti hâlbuki.

Sonrası mı? Bir süre daha aynı işi yaptım. Hilmi ve Merve adadan ayrıldı ama. Onların yerine iki yeni arkadaş başladı. Patron, onlardan istediği randımanı alamayınca, bunları gönderip Doğukan ve Bozok’u kattı bu kez takıma. Nasıl bir hırstır o yaa. Dosyaların, turuncu süngerlerin canına okudu herifler. Hayvan gibi şiiy yapıyorlar. Bu arada birkaç ay sonra Merve’nin bayılmasına neden olan şeyi de öğrendim. Pulların içinde bulunan ve pulun yapışmasını sağlayan bir çeşit kimyasalmış. Birkaç tane pul yalayınca bir şey yapmıyormuş ama pulun müptelası olup her gün yüzlerce yalayınca zehirliyormuş adamı. Bense kafayı kırdım, daha düzgün işler yapıyorum artık. Olur da bir gün başınız dara düşerse, Better Call Saul!..