Genç avukatın iç dökmeleri

Av. Hatice Demir

Blog: Diren Terazi

Her şey, yakın arkadaşlarımdan birinin “Ne kadar çok iş değiştiriyorsun...” demesiyle başladı. Oysa mesleğe başlayalı stajla birlikte neredeyse iki yıl olmuştu ve üçüncü ofisimden henüz ayrılmıştım.

Stajımı bir ceza avukatının yanında yaptım. Sonrasında, bir plazada “dava avukatı” olarak işe başladım. Ancak işler umduğum gibi gitmedi. İş görüşmesini yaptığım patron avukatım, “arada hacizlere de gidebileceğim” konusunda beni uyarmıştı. Olabilirdi, hayattı. Daha çok gençtim. Haciz mahalli, avukatlığın en çok içselleştirildiği alandı ve büyük tecrübeydi. “Olamaz mı?” dedi, “olabilir” dedim. İlk üç ay haftada bir rutininde ilerleyen icra avukatlığım, ofisin yoğunluğuna ve bu yoğunluğa kıyasen epey olumsuz şartlarına dayanamayan meslektaşlarımın birer birer ayrılması sonucu artık haftada dörde çıkmıştı. Bir gün Ankara’da, bir gün Malatya’da, ertesi gün Erzurum’da olabiliyordum. Memleketin dört yanı “cennet vatan”dı. Prim yoktu, fazla mesai iş hukukuna ait bir kavramdı ve biz işçi değil, avukattık, avukatın mesaisi olmazdı. Uçağın İstanbul’a gece ikide de inmiş olsa sabah dokuzda Anadolu Adliyesi’nde duruşma olabilirdi. Uyku haramdı. Evde geçirdiğin vakitlerde, hacizlere giderken yolda geçen zamanı telafi edebilirdin. Kazancı, her açılışında “şifrenizi kimseyle paylaşmayın” dese de, şifre benimle paylaşılmıştı ve evimdeki bilgisayarın sık kullanılanlarında birinci sıradaydı. Ben eve çok uğrayamıyordum ama elbette ki bu benim problemimdi... Böyle böyle, günler günleri aylar ayları kovaladı. Bardak taşmak için, ev sahibi kira için, sevdicek azıcık ilgi için, patron tahsilat için, vücudum biraz uyku için bekliyordu. Hepsinin beklentisini aynı anda karşılamak imkânsızdı. Ta ki...

Seçimlere yaklaşık bir hafta kalmıştı. Herkes çok gergindi. Bir gün patron avukatlarımdan biri beni çağırıp; “Hakkâri’de bir haczimiz var. Miktar büyük değil, on bin falan. Bu hafta gitsen?” dedi. “Bu hafta seçim var.” dedim. “Seçim haftasonu, n’alakası var?” dedi. Bunu o kadar inanarak söyledi ki, ben bir an seçimle haciz arasında nasıl bir bağ kurduğumu unuttum. “Hakkâri hani, gerginlik olmasın?” dedim. “Ya sen Diyarbakırlı’sın, oralardan mı korkuyosun?” dedi. Taş çok sert gelmişti. Ne yapacağımı bilemedim. “Yok yahu olur mu?” dedim. Hemen koşup randevu almak için Hakkâri Adliyesi’ni aradım. Memur usulca “Avukat Hanım bu hafta seçim var” dedi. “N’alakası var seçimle, seçim haftasonu.” dedim. Memur bir an durdu. “Siz buraları biliyor musunuz?” dedi. “Diyarbakırlıyım ben, biliyorum tabi.” dedim. “Yine de geleceksiniz yani?” dedi. “Tahsilat lazım memur bey, bu plazanın aidatı ne kadar biliyor musunuz siz?” demek istedim, diyemedim. “Bence siz seçimden sonra gelin.” dedi. “Tamam” dedim. Bunu patronuma söyleyince, “Bari HDP’ye oy verelim de seçimden sonra ortalık karışmasın.” deyip güldü. Seçimden sonra istifa ettim. 

Biraz tatil yaptıktan ve elimdeki tüm parayı yedikten sonra iş aramaya başladım. Bir iki tüketici dosyam vardı. Durmadan heyetleri arayıp “nooldu bizim dosya?” diye rahatsız ettim. Akrabaların ilamları için takip başlattım derken, kira gününe on gün kala baronun bilgi havuzundaki tüm ilanlara CV yolladım. Birkaç saçma sapan iş görüşmesinden sonra -bunlar başka bir yazının konusu olarak kalsın- nihayet kanımın ısındığı bir ofis buldum. 

Yeni patronum iyi olmasına iyiydi ama bir minik kötü özelliği vardı ki insanı hayattan soğutmaya yetiyordu. Çok zor beğeniyordu, dilekçe yazarken kullandığınız yazı tipinden bile huylanabiliyordu. Bunlar mesele değildi, her patronda olurdu. Ancak öyle cümleler kuruyordu ki, bütün özgüveninizi yerle yeksan ediyordu. O’nun yanında en iyi bildiğim şeyi bile kekeleyerek anlatıyordum. Bu ofiste “Dikkatsizlik, umursamazlık, iş bilmemezlik” gibi birçok kara sıfatın üzerinize yapışması işten bile değildi. Birinci ayın sonunda kendimi mesleğin en kötü avukatlarından biri olarak görüyordum. Evet, en iyisi değildim zaten ama gerçekten yansıtıldığı kadar kötü de değildim. Bunu, benimle mezun olan sınıf arkadaşlarımla hukuka dair tartışırken fark edebiliyordum. İnsan kendini denkleriyle tartarak ölçer, başka ne olacaktı ki? 

Patronum bir süre sonra beni yanına çağırdı, “Ben dava bölümünü KOMPLE kaldırabilecek birini arıyorum, siz sanırım biraz yetersiziniz (!)” dedi. Daha önce kendisiyle çalışan, şimdi bazı sebeplerden orada bulunmayan bir avukatın ismini vererek “O varken hiç böyle sorunlarımız yoktu. O gittikten sonra her gelenle aynı sorunları yaşıyoruz.” dedi. Giden avukat meslekte 6-7 yılını doldurmuş biriydi, “ondan sonra gelenler” diye bahsettikleri -ben dâhil- ruhsatlarına kavuşalı en fazla bir yıl olmuştu. “Beni denklerimle kıyasla patron” demek istedim. Ama o sırada özgüvenim bir karadelik bulmuş ve oraya saklanmıştı. Çıkması imkânsızdı. Özgüvenim çıkamayınca, ben çıktım. Eve geldim, Kazancı’ya “şifreyi hatırlamaması” talimatını verdim.

Aynı dönem mezun olduğum bir sürü arkadaşımın buna benzer şeyleri sürekli yaşadığını, farklı farklı sebeplerden çok sık iş değiştirmek zorunda kaldığını biliyorum. Her yıl on binlerce mezunu içine alan bir pazar olan mesleğimiz piyasasında, işveren avukatlar için aradıkları kriterlerde “çalışan” bulmak zordur, anlıyorum. Ancak bu kadar kalabalık bir piyasada, bizimki kadar stresli bir meslekte egosu makul seviyede olan, birlikte iş yapılabilir, karşısındakinin de insan olduğunu unutmayan bir patron avukat bulmak da epey zor. Hep konuştuğumuz gibi, kendi ofisimizi açana kadar... Ya da bir yolunu bulup kaçana kadar...

Bütün bağlı çalışan meslektaşlarıma öncelikle ruh sağlıklarını koruyarak çalışabildikleri, özgüven ve en çok da sabır dolu bir adli yıl diliyorum.