Milli Takım kaosu, gericilik ve paranın sefaleti

İsmail Sarp Aykurt

Blog: Spor

İlk zamanlarda ‘biz bitti demeden bitmez’ süreci ile başlayan ve İrlanda’nın golü ile kısa kesilen Türkiye’nin Avrupa Şampiyonası deneyimi, iddialı lafların yerini hazin bir sona terk etmişti. ‘Bitti mi’ sorusunun cevabını kimseye sormaya yeltenmemişti belki Milli Takım mağrurları, fakat kimsenin bunu Fatih Terim ve kliğine sorma gibi bir inisiyatifi de yoktu. Herhangi bir önemi de…

Ancak turnuvanın en büyük öykülerinden birisini, herhangi bir başarı elde edememesine ve belirsizlik içeren çarpık futbol oyununa karşın Türkiye yazabilmişti. Prim tartışmaları, kim ne kadar para kazanacak soruları, Burak Yılmaz’a bölüştürülmeyen 1 milyon 650 bin TL’lik prim ve bununla başlayan ‘aramızda bazı sıkıntılar yaşadık’ kavgaları gündemi belirlemişti.

Belki de bahsi geçen rakamlar, endüstriyel futbol içinde küçük rakamlardı ya da profesyoneller için devede kulaktı. Lakin yankıları büyük oldu, ülkenin ‘futbol coşkusunun’ paraya dayalı bir tür ticari işlem olduğu yeniden teyit edilmiş oldu.

Hatta, yeni üretilen formaların, geleneksel ve ‘milli’ olmadığı tartışmaları dahi, manşetlerde başa yazılıyordu.

Gericilik, amorf bir biçimsellik, para, sponsorlar, gösterişçi tüketim ve ek primler belirleyiciydi.

Liyakat, spor ya da kolektif kültürün ‘esame listesinde’ adı bulunmuyordu.

Milli Takım: Cemaat ve Tarikat gericiliğinden AKP gericiliğine

Milli takımlar teknik direktörü, bir başka ifade ile yeni nesil ‘Futbol direktörü’ Fatih Terim, milli takımın içerisine düştüğü her dönemsel krizde aktör olarak yer aldı. Bunun adı ister jeep krizi, ister prim tartışması ister vitrin hesapları vb. olsun her karmaşık durumda oyuncular değişiyor, ancak başrol değişmiyordu.

Bunun başka ek rolleri de vardı. Bu roller en az Terim kadar etkili ve belirleyici idi. Hakan Şükür, tarikatçı ve gerici rolünü iyi oynuyor, gerici örgütlenmelerini milli takıma tahvil ediyordu. Kapitalist düzene içkin dışlamacı ve dedikoducu özelliklerini daha da geliştiren Şükür, “Takımda özel hayatına dikkat etmeyen Almancı oyuncular var” diyerek bazı futbolcuları hedef tahtasına yerleştirmeyi başarıyordu. Namaz kılmayan futbolcular listeye ekleniyor, özel imamlar talep ediliyor ve dışlanma ötesi bir durum yaşayan kimi futbolcular kadroya alınmıyordu. Terim bulunduğu süre zarfında süreci ‘izleyerek’ destek atmıştı.

‘Ağır ve büyücek abiler’ işbaşındaydı…

Bunun tüm yükünü ‘kendilerinden olmayan’ teknik direktörler de çekmişti. Bu isimler, bir yandan büyük paralar kazandılar, öte yandan karanlık ve gerici ortaklıklar kurup, tahta çıktılar. Yeri geldiğinde ‘o zaman bizden iyi oyun beklemeyin’ ile başlayan tehdit süreçleri, ‘onları istemiyoruz’ baskıları ile devam etmişti.

Bu baskı ve ikrah politikası, AKP- Cemaat ilişkilenmesinde ise doruk noktasına varmıştı, biri baskı kuruyor, diğeri ise onaylayıp gönderiyordu. Belirleyici olan gericilik ve kapitalist politikalardı.

Futbolun gerici ve piyasacı egemenleri, ne zaman ihtiyaçları varsa belli adamları yedek soyunduruyor, belli adamları sahaya sürüyordu.

Bugün yaşananların geçmişle hep bir organik bağı oldu, isimler değişse de, başlıklar ve saldırılar hiç değişmedi.

Hem gerici kardeşlikleri hem de aydınlanmacı, ilerici düşünceye karşı olan nefretleri birbirinden hiç ayrılmadı.

Şükür, Arda ya da Terim: Aynı gemideki piyasacılar

Şimdilerde devam eden milli takım kadro tartışmaları ise yine aynı organik ilişkilere ve gericiliğe yaslanmış durumda. Şeref, Türk milletinin onuru, Yenikapı ruhu vb. diyaloglarının ürediği yerler ise hala aynı kanallar…

Futbol ve genel olarak spor alanı, hiç olmadığı kadar gerici bir tahakküm altında ve aynı anlama gelmek üzere hiç olmadığı kadar da aydınlanmacı, siyasi ve ideolojik müdahaleye ihtiyaç duyar halde…

Bu tartışma, kimin kadroya alındığı tartışması değil, bu aynı gemide yer alan gerici/piyasacı futbol şovmenlerinin kendi aralarında sürdürdüğü bir rol kapma keşmekeşi.

Aynı gemide bulunmanın bize bir faydası yok, aynı kişileri ısrarla tartışmanın, bencil ve paragöz adamlardan ‘iyi’ kişiler çıkarmaya çalışmanın ya da birilerini sahiplenmenin de.

Artık aynı gemide olmadığımızın, koskoca bir deniz olduğumuzun farkına varmak, bizim için büyük bir önem teşkil ediyor…