İşçiler ve futbol: Birliktelik ve ayrılık

İsmail Sarp Aykurt

Blog: Spor

Her yerde ve çoğu zaman tartışılmıştır futbol ve işçi sınıfının ilişkisi. Kimilerinin hiçbir bağlantı kuramadığı ya da buna yeltenmediği, kimilerinin de hala dimağlarında ‘hayaller’ üretmeye devam ettiği bir çağda yaşamayı sürdürüyoruz.

Baştan ilan etmeli, futbolun da ilk ortaya çıktığı dönemlerdeki içeriğinden çok farklı olduğunu, işçi sınıfı/futbol arasındaki sağlam temelli bağlantının retro bir kavram ya da nostaljide sıkıştığını görebiliyoruz. Ancak bu durum, geçmişi sevmeyip reddettiğimizden değil, nesnel koşulları tahlil edebilmemizden kaynaklanıyor. Kemal Okuyan, günümüzde oynanan futbolun gidişatını şu şekilde özetliyor. “Futbolun bir işçi sınıfı oyunu olduğu gerçeği de, giderek anlamsızlaşmaktadır.” Çünkü, kapitalizmin, tüketim ideolojisinin ve sermaye sınıfının teşvik ettiği, alan açtığı ‘kendime bağlama ve çürütme’ etkisinin sporu ve o sporların en popüleri futbolu tutsak etmemesi imkansızdır. Bu tutsak etme politikasının ilk hedefi de kuşkusuz işçi sınıfıdır.

Futbol, birçok kaynakta ilk kökenine dair değişen ifadeler ile birlikte, sanayi devrimi ile birlikte doğan ve sanayi devrimi ile birlikte yayılan bir geçmişe bağlanmaktadır. Yalçın Küçük, “Futbol bir işçi sınıfı oyunu olarak bilinir. Böyle bilinmesinin haklı gerekçeleri vardır. Futbol ve işçi sınıfının tarih sahnesine çıkışı aynı ülkede olmuştur” tespitini yaparken, bu sporun sanayi devrimi icadı olduğunu da işaret etmektedir. Zaten İngiltere’de ilk örgütlenmesini gerçekleştiren işleyim devrimi ve futbol, birçok iş koluna bağlanan futbol kulüplerini de doğurmuş, diğer ülkelere de bunu, hem demiryolları hem de ‘yayılmacılık’ vasıtasıyla taşımışlardır. Örnek vermek gerekirse, bıçak üreticilerinin takımının Sheffield, Thames Demir İşletmeleri’nin West Ham United, dokuma iş kolunun Manchester United ya da o dönemler Woolwich’de bulunan Kraliyet Silah ve Cephane Fabrikası’nın takımının Arsenal vb. olması işçi sınıfının futbol ve kulüpler üzerindeki geniş etkisini özetlemektedir. Bu, sadece Britanya coğrafyasında yığılmış bir olgu da değildir. İspanya’da Atletico Madrid, Almanya’da Ruhr derbisinin iki takımı Schalke ve Dortmund, Çek coğrafyasında Sparta Prag, Avusturya’da kurulan ve uğradığı baskı sonucu adını ‘Birinci Viyana İşçi Futbol Kulübü’nden Rapid Wien’e dönüştüren, geniş ölçekli bir işçi spor ve futbol örgütlenmesinin somut örnekleri bulunmaktadır.

Ancak sermaye sınıfının, henüz bugüne gelmeden yorumlarsak, daha o günlerde dahi futbola ve işçilerin spor örgütlenmelerine müdahalesinin olduğunu söylemek olanaklıdır. Alfred Wahl, ‘Ayaktopu, Futbolun Öyküsü’ çalışmasında bu ‘dahil olma’ sürecini şöyle anlatıyor. “İşçi takımlarının çoğalması ile birlikte yaşanan kamplaşmaya karşı spor adamları da harekete geçmiştir. 1921’de baron Coubertin sosyal barışı sağlamak için her kasabada bir futbol kulübünün kurulması gerektiğini belirtmiştir. Oysa işçi takımlarını kuranlar, işçilerin farklı sınıftan olan rakipleriyle aynı formayı taşımalarını istemiyorlardı. Onlar tam tersine işçi dayanışmasını geliştirmeye çalışıyorlardı.”

Wahl’in belirttiği tabloda bazı şeyler oldukça belirginleşiyor. Günümüz ile analoji kurabileceğimiz birçok veri bulunuyor. Bunlardan birisi, ‘sosyal barış’ ve bu zehir, işçi sınıfını bölen, uzlaşmaya ve boyun eğmeye iten bir Truva atı olmayı sürdürüyor. Sosyal barış inşasının futbolun üzerinden kurgulanması da günümüz endüstriyel spor düzeninde hız kazanmış halde. Buna verilebilecek işçi sınıfı cevabı ise hem spor alanında hem de sınıf mücadelesinin birçok uğrağında olabildiğince geri çekilmiş, ‘geçici’ bir evreyi yaşıyor. Takımların çoğaltılması ve her kasabada bir futbol kulübü kurulması fikri ise bana, Kenan Evren’in, ‘büyük şehir takımlarını birinci lige alma emirlerini’ hatırlatıyor.

Buradaki tek eksik ise, işçi sınıfı dayanışmasının eksiksiz ve ikirciksiz bir mücadele hattına tahvil edilememesi ile açıklanabilecek durumda. 1921’deki ayrıştırma planları ile 2000’li yıllardaki sınıfı bölme çabaları futbol branşında da kesişiyor. İdeolojik araçlarını geliştiren ve öğrenen burjuvazi, futbolu da yönetmeye başlıyor. Şimdilerdeki futbol piyasası, hem ekonomik gücü hem de kontrol/denetim mekanizmaları ile futbolun tüm unsurlarını sarmış durumda.

Hobsbawm’ın; “İngiliz sanayisi, dünyaya üçüncü en güçlü kültürel ihracatını, futbol ile yapmıştır” çıkarsaması, futbolun o dönemki ‘rüşeym’ halini özetlerken, günümüzün endüstriyel futbol düzeninde ulaşılan boyutlar, olgunlaşmış bir endüstriyel futbol yapısını dayatıyor.  Futbolun kültürel ve sportif açıdan dönüşüm evrelerinden geçtiğini, işçi sınıfının futbola hâkim karakterinin de iğdiş edildiğini ve de kurumsallaşmış futbolun ‘ticarete dayalı bir sektörleşme’ içerisine çekildiği endüstriyel futbol süreci, taraftarlık kavramının seyirci/müşteri profiline indirgenmesi, tüketim kalıplarının sürece yedirilmesi, gelir, varlık ilişkileri ile ‘televizyon yayıncılığı/küreselleşme’ ve ‘business’ (iş) kavramlarının futbola iştiraki ile amorf bir yapıya bürünmüş durumda. Esas olarak, 80’li yılların sonu ile birlikte sermayenin yoğun bir biçimde müdahale ettiği futbol, bir ‘endüstriyelleşme’ konjonktürüne adım atmıştır. Bunun en önemli çıkış noktası da, 1990 yılında Belçikalı eski futbolcu Jean-Marc Bosman’ın kulübü Liege’den Dunkerque takımına transfer olmak istemesi ve kulübünün yüksek bonservis bedeli talep etmesi ile somutlanmıştır. Tarihe Bosman Kuralları olarak geçen ve ‘futbolculara serbest dolaşım hakkı’ tanınması ile futbol, kapitalizmin bir payandası haline tam olarak geçmiştir. Bu durum özetle, Mehmet Ali Gökaçtı’nın “Bizim için Oyna” kitabında bahsettiği ‘futbolun liberal devriminin başlangıç noktası olmuştu.’

Böyle bir ideolojik kuşatma altında futbol, bugüne kadar geçirdiği evrelerle, piyasalaşmış ve sektörleşmiş bir pazarda, yeni bir şey vaat etmekten oldukça uzaklaşmış durumda. Buna göre de, işçi sınıfına kendi geçmişine sahip çıkıp, geleceğini kazanmaktan başka bir çıkış yolu kalmıyor.