Derbi, tarih ve Yenikapı 'ruhu'

İsmail Sarp Aykurt

Blog: Spor

Dün oynanan maçın yankıları devam ediyor. İyi futbol, keyifli ve ‘derbiye yakışır’ bir mücadele ya da nefes kesen pozisyonlar ve rekabet…

Tüm bu nitelemeler, derbiler sonrası oluşan literatürün klasikleşmiş parçaları ve yorumları…

Buna bu sene de ‘ilklerin derbisi’ yakıştırmaları eklendi. Neden, 2011 senesinde bir Beşiktaş-Galatasaray derbisi ile başlayan ‘deplasman taraftarı izleyemez’ kuralının bu maçla birlikte kaldırılması ve maçın, Beşiktaş’ın yeni isimli stadında oynanacak ilk derbi oluşu idi.

Aslında bu ilklerin kısa sayılamayacak bir geçmişi vardı…

Tarihe dönüp bakmak…

1903 yılında, Anadolu yakasında Kadıköy’de ikamet eden gençlerin bir futbol kulübü açabilmek için çırpınıp durdukları sırada, Avrupa’nın Beşiktaş semtinde bir avuç genç bir jimnastik kulübü kuruyor, ‘Beşiktaş Bereket Jimnastik Kulübü’ adı ile başlayan tarihi bir süreç, günümüze kadar uzanıyordu. Padişah Abdülhamit’in özel izni ile, Serencebey yokuşunda kurulan kulüp, Beşiktaş gençliğine sporu sevdirmeye başlıyordu.

1905 yılında ise, Arnavut asıllı Osmanlı yazarı, ansiklopedist Şemsettin Sami’nin oğlu Ali Sami, Mekteb-i Sultani’de maksadını açıklıyor, yepyeni bir futbol kulübünün temellerini atıyordu.

Beşiktaşlı ilk sporculardan Fetgeriler ve Balkanlar ile Galatasaraylılar, Emin Bülent Reşat,  Abidin Daver ve Tahsin Nahirler tarihsel bir buluşmaya hazırlanıyorlardı.

Beşiktaş ile Galatasaray’ın o zamanlar pek bilinmeyen bir ‘ortak’ mirası da vardı. Beşiktaş’ın şimdiki sembolü kartal, Galatasaray’ın isim tartışmalarında bir başlık haline gelmişti. Günün gerici ve baskıcı anlayışı, kulüp isimlerini kimi zamanlar yabancı isimler koymaya zorluyor, genç Mekteb-i Sultani öğrencileri kartal figürünü kulüp adı olarak kullanabileceklerini düşünüyorlardı.

Tobler markalı çikolata üzerindeki kartal arması, kafaları karıştırmış, ilk maçına ‘isimsiz’ çıkan takıma ismi ise taraftarlar koymuştu.

İlklerin, Şeref Beyler, Hakkı Yetenler ile başlayan görkemli süreci, Metin Oktaylar, Baba Gündüzler ve Metin Kurt ile kesişiyor, tarih günümüze akıyordu…

Sahalardaki bu oyun ortaklığı, stadyumlara ve izleyenlere de yansıyor, anlamsız ve geçersiz ‘ruhlara’ ihtiyaç duyulmuyordu.

1990 ve 2000’lere gelmeden beraberce maç izleyen, saygıyı, emeği ve dayanışmayı yalnızca bir kelime olarak değil, bir yaşam biçimi olarak algılayanlar arasında taraftarlar önemli bir yer tutuyordu. Yasaklar yoktu, zaten buna bir gerek de bulunmuyordu.

Futbol gerçekten bizler için ‘basit’ bir oyundu, keyif alınan şeyler de atılan gollerden çok, birlikte olma, ortaklık etme ve bir kültür oluşturma kaygısı idi. Ne de olsa profesyonellik daha doğmamış, ancak doğum sancıları sıkıştırmaya başlamıştı.

Geçmiş ortaklıklardan şimdiki ‘ruh’ arayışlarına…

Şimdi bu sıkışıklık, yerini bir yanılsamaya ve gerici müdahaleye bırakmış durumda…

Düne kadar ortaklık ve bağ kurulan birçok tarihsel nedenin yerine kurulmaya çalışılan ve yeni olduğu iddia edilen gerici, karanlık ve sahte nedenler, bir ‘ruh’ olarak futbola da dayatılıyor.

Profesyonellik ve endüstriyel futbol buna Fair play demeyi tercih ediyor ve bunun ‘adil bir oyun’ olması gerektiğini sözde vurgularken, ülkemizde ise bu ruh kendini darbe girişimi sonrası keşfedilen ‘Yenikapı ruhu’ olarak pazarlıyor.

“Her şeyden önemlisi seyircilerin bir arada olmasının hiçbir sıkıntıya neden olmadığını gördük” cümlesi, passoligi sermaye sınıfı ile birlikte üreten ve Gezi sonrası, muhalif taraftarın üzerine gitmek için bir araç olarak tezgâhlayanlar için geçerliliği olmayan bir tekerlemeden öteye geçemiyor. Geçemiyor, çünkü Yenikapı ruhu denilen sözde mutabakat, geçici olmaktan öte bir yere yaslanamıyor.

Bu anlamda, bu ‘ruhun’ futbol ve sporda herhangi bir işi ya da gücü yok. Tribünlere verilmiş bir hak da…

Oradaki ‘Yenikapı ruhu’, eğer ki gerçekten hala geçerli ve kaldıysa, Gül, Müezzinoğlu, Fatih Terim, Dursun Özbek, Fikret Orman ve Kılıç ile sınırlı olabilir.

Unutulmamalıdır ki, hem tribünler hem de sporcular için ortak olan anlayış, sınıf ve emek temelli bir ortaklık ile inşa ve idame edilebilir.

Biz burada bir ruh ya da verilmiş bir hak görmüyoruz…

Değiştirilmesi gereken bir düzen, savuşturulması gereken bir saldırı görüyoruz…

Hem Şeref Stadı’nda, hem Sami Yen’de, hem de Papazın Çayırı’nda…