Çocukluk, banliyö treni ve futbol

​Gürkan Şakrak

Blog: Spor

Sıcak yaz günü… Haydarpaşa-Gebze banliyö treninde, gecekonduların ve lüks sitelerin arasında, ağaçlı, kuşlu, az betonlu sokakların hızlıca akan kalabalıklarına bakarak gidiyordu tren… Hava çok sıcak, elimi ara sıra zor açılan tren pencerelerinin aralıklarından uzatıyorum dışarı, serin esinti gelsin diye, yetmiyor kafamı uzatmaya çalışıyorum. Yaşım henüz tek haneli olduğundan kafam neredeyse pencerenin dar aralığından dışarı çıkacak. Babam bağırıyor; 

“Oğlum çıkarma kafanı, bir şeye çarpacaksın!”

En sevdiğim durak Süreyya Plajı, henüz denizin ortasındaki saray şeklindeki heykel orada, plaj yerli yerinde, soyunma kabinleri, duşlar, ellerinde torbalarla koşuşturan insanlar, nemli ve mutlu… Birden bir gürültü kopuyor, arka vagonlardan sesler yükseliyor; “Fener! Fener!”. Fenerbahçe şampiyon olmuştu o sene, ama babam annemin hastalığı ile uğraşırken futbolla pek ilgilenememişti. Babama baktım; “baba bak, Fenerbahçe şampiyon oldu”. Babamda ilk defa gözyaşı gördüm o gün, o sıcak ve mutlu günde. Sonra ağız dolusu bağırmaya başladık birlikte; “Fener! Fener! Sana söz seni maça götüreceğim seneye.”

Neredeyse 1 sene sonra, üzerimde triko, büyük parçalı, sarı lacivert forma; elimde küçük armalı Fenerbahçe bayrağı; kafamda karton, sarı lacivert çubuklu şapka; babamın omuzunda bilet kuyruğundayım. Maç çok önemli, Galatasaray’la Kadıköy’de oynuyoruz, yenersek şampiyonluk için büyük avantaj yakalayacağız. Kuyruk o kadar uzun ki, sanki maraton tribün için bütün İstanbul oraya gelmiş gibi. Tribünlerin demir korkuluklarına tırmananları görüyorum, “baba onlar niye tırmanıyorlar?”, “kaçak girmeye çalışıyorlar oğlum, biz birazdan bilet alacağız”, “e biz de…” diyecek oluyorum, sonra ağzım açık bakıyorum bu inatçı insanlara. Yerden 30-40 metre yükseklikte asılıp, içeri atlamaya çalışan insanlara. Sonra birden bir kalabalık insan gürültüsü duyuyorum. Maraton tribünün yanındaki ve üstümüzde korkulukları görünen caddeden Galatasaray taraftarı geliyor. Karşılıklı küfürleşmeler taş atmaya dönüşüyor. Babam benim kafamı eliyle koruyup, duvar dibine götürüyor. Çok korkuyorum ama bir süre sonra bitiyor bu dalaşma, tekrar yerimize dönüyoruz. “olsun, kimseye bir şey olmadı” diyorum içimden. Atılan taşlara bakıyorum, ufak, yaralamayacak cinsten taşlar. Kurşun henüz icat edilmemiş o zamanlar demek ki diye hatırlıyorum şimdi bu günleri…

İçeriye girdiğimde, taraftar gürültüsü kulağımı sağır edecek diye korkuyorum. Galatasaray taraftarı da bizim sol tarafımızda arkasında okul olan tribünü doldurmuşlar, bağırıyorlar. Sanki bizim taraftarla muhabbet halindeler, ama anlaşamıyorlar bir türlü, karşılıklı sallanan parmaklar, küfürler… Maçtan aklımda Rıdvan’ın olağanüstü koşuları, Oğuz’un isabetli pasları kalıyor. Ama kazanamıyoruz, 1-1 bitiyor. Tribünler dağılırken izliyorum Galatasaray taraftarını, hala bağırıyorlar “Cimbombom… Cimbombom!”. Ne kadar gururlular diyorum içimden, sayıları az ama hiç bırakmıyorlar bağırmayı, saygım artıyor onlara. Çünkü tıpkı ben ve babam gibi onlar da çocuklarını alıp maça götüren babalar ve omuzlardaki çocuklardan oluşuyor. Üç-beş kuruş harçlığını biriktirip gelen, fabrikada saatlerce uykusuz çalışıp, kazandığı maaştan artırıp bilet alan insanlar. Bir de bizden daha rahat koltuklara oturan karşı tribündeki insanlara bakıyorum. Babam numaralı diyor oraya, “neden numaralı?” diyorum babama. Anlamıyorum numaralı kelimesini. Babam cevap vermiyor, “valla bacaklarım koptu ayakta durmaktan, yenseydik bari” diyor sadece.

Maçtan dönüş yolculuğumuz Cevizli Tekel İşçi Lojmanlarında olan evimize yine aynı banliyö treniyle, yine aynı duraklar, yine “Fener! Fener!” sesleri ve yine Süreyya Plajı durağı, ellerinde torbalar ve ıslak, nemli şortlarıyla çocuklar ve babaları,

“Oğlum kafanı çıkarma bir şey çarpacak”

Artık tek haneli yaşta değilim, kafam sığmaz pencere aralıklarına, zaten banliyö trenleri de yok 10 yıldır, eski ufak taşlı, gururlu Galatasaray taraftarı da yok Papazın Çayırı’nda, ama bir gün mutlaka… bir Haziran sabahında olduğu gibi olacağız omuz omuza…