Patente hayır!

İzge Günal

Blog: Bilimin İzleri

Bilim ne yazık ki parayla bağlantılıdır günümüzde. Şöyle ki; bilimin ülke kalkınmasındaki pratik uygulaması teknoloji geliştirme ve kullanımıyla ilişkilendirilir. Sanayileşememiş ülkelerde ise teknoloji ile teknoloji transferi neredeyse eş anlamda kullanılmaktadır. Tahmin edilebileceği gibi teknoloji transferi derken de, teknolojiyi para vererek alma kast edilmektedir.

Bunun teorileri bile yapılmakta ve teknoloji transferi için bilimcilere üç aşamalı iş verilmektedir. İlk aşamada araştırarak ülke koşullarına en uygun teknolojiyi seçip satın alınmasını önermek, ikinci aşamada ilgili teknoloji ile ilgili eğitim vermek ve son aşamada da yeni bir teknoloji yaratmak. Elbette bu iş böyle yürümemektedir; ilk iki aşama gerçekleştirilmekte ve bu arada teknoloji eskimekte, yeni teknoloji hazır olarak yine satın alınmakta ve asla üçüncü aşamaya geçilememektedir.

Otomobil şirketleri tekerlek için günümüz Mezopotamya halklarına para ödemiyor. Çinliler de kağıt ve barut üretiminden pay almıyor.

Burada garip olan insanlığın malı olan teknolojiye para vererek satın almaktır. Her teknolojik veya bilimsel yenilik geçmişteki birikim üzerine geliştirilen yeni bir aşamadır. Yani sadece son aşamayı gerçekleştirenin değil, o teknolojinin o aşamaya gelinceye kadar her aşamasına katkıda bulunanların emeği vardır. Bu süreç yüzyıllara kadar uzatılabilir; uç bir örnekle, tekerleğin icadından günümüz arabalarına kadar geçen zaman ve harcanan emek gibi. Ancak ne gariptir ki sadece son aşamayı gerçekleştirene patent verilmektedir. Aslında dünya çapında patent almanın maddi zorluklarından dolayı (günümüzde yaklaşık birkaç yüz bin lirayı bulmaktadır) patentleri kişi değil şirketler almaktadır.

Bu durumda patent ve teknolojik yenilik sadece parayı ödeyen şirketin malı olmaktadır, yani doğrudan emeği geçenlerin neredeyse tümü unutulmaktadır. Kaldı ki yeniliğin oluşması için her türlü altyapıyı sunan içinde bulunduğu toplumun ve tüm insanlığın zihinsel emeğini saymıyorum bile.

Tarih boyunca bilimsel ve teknolojik mülkiyet hakları iki şekilde güvence altına alınmaya çalışılmıştır. Birincisi, üretime dayalı mülkiyet hakları ki buna imtiyaz diyoruz. İkincisi ise ürüne dayalı mülkiyet haklarıdır. Bu da patent olarak tanımlanır. Aslında bu ikisi arasında kronolojik bir ilişki bulunmaktadır. Sınai ve fikri mülkiyet, tümüyle kapitalizme özgü bir mülkiyet biçimidir. Kapitalizmin ilk birikim döneminde önce imtiyaz hakları ile gelişim ve birikim tamamlanmış, sonrasında da patent hakkıyla güvence sağlanıp, tekelleşme gerçekleştirilmiştir. Bu sistem hem uluslararası sermayenin yaşadığı kârlılık krizinin çözümündeki ulus devlet ölçekli devletlerarası ilişki temeline dayandırılan bir yaptırım aracı olmakta, hem de sınıflar arası ilişkiler temelinde sermaye sınıfı çıkarlarını koruyan ve geliştiren araçlardan birisi olarak işlev görmektedir. Her şeyin satılabilir olması kavramı zihinsel, fikri ürünlerin de pazara çıkmasıyla aşama kaydediyordu aslında.

1800’lü yılların ilk yarısından itibaren yani neredeyse patentin ortaya çıkışıyla birlikte patent karşıtı hareketler de başlamıştı. İlk karşı çıkanlar, patente konu olan buluşu yapanlardı, yani başka bir deyişle bilim insanlarıydı. Karşı çıkış nedenleri ise gerçekte “ulvi” bir amaçla değildi, esas neden patent almak için gerekli harçların yüksekliği nedeniyle patent hakkını başkalarına, daha doğru bir ifadeyle sermayeye kaptırmalarıydı.

Bu mücadele, kimi yerlerde kısmi başarılar elde etmiş olsa da sonuçta günümüzde “patent hakkı” neredeyse tartışılmaz bir biçimde bilim insanları içerisinde kabul görmüş durumdadır. Kimi bilimciler özgeçmişleri içerisinde kaç tane patentleri olduğunu yazmaktadır, akademide atama-yükselme ölçütleri içerisinde patentler yer almaktadır. Hatta son yasayla Türkiye’de akademik personele yapılacak zam oranını belirlemede patent sayısının göz önünde bulundurulacağı açıklanmıştır.

Yapılması gereken şey açık ve basittir; bilginin tüm insanlığın malı olduğu düşüncesiyle patent hakkını reddetmek ve bilgi ürünü olan teknolojiyi kopyalayıp kullanmak!