Enstitüler ve akademiler

İzge Günal

Blog: Bilimin İzleri

Her toplumsal etkinlik gibi, bilgi üretimi de bir anlamıyla örgütlenme sorunudur. Gerekli ve yeterli örgütlenme olmadığı sürece, yeteneğin, zekânın ya da çalışma disiplininin bir anlamı olmaz. Geri kalmış ülkelerin bilimde atılım yapamamasının sırrı da burada yatar: egemen güçler bilimsel örgütleri çalışamaz hale getirirler, hedeflerinde tek tek bilim insanları olmaz. Aksi ancak filmlerde olanaklıdır.

Enstitüler ve akademiler birbirini tamamlayan iki bilimsel örgütlenme biçimidir. Sözlüklerde enstitü, belirli bir amaç için oluşturulmuş organize yapı olarak tanımlanmaktadır. Bilim dünyasında ise herhangi bir üretim veya hizmet birimine bilimsel içerik kazandırmak ya da bu birimin verilerinden yola çıkarak bilgi üretimi yapan kurumları tanımlamak için kullanılmaktadır.

Örneğin halk sağlığıyla uğraşan bir kurumun yanındaki enstitüler veya bir fabrikanın içindeki enstitüler böyle yapılardır. Burada, enstitüler ilgili kurumun hem içinde hem de yanındadır. Üniversiteler de, hem çok büyümeleri hem de işlevlerinin artmasıyla birlikte bilgi üretimi gibi temel işlevini enstitüler aracılığıyla sürdürmeye çalışmaktadır.

Akademiler ise tek bir üretim/hizmet birimine bağlı olmayıp, daha geniş ölçekte çalışırlar. Örneğin aynı konuda çalışan enstitülerin bir akademi çatısı altında bir araya gelmeleri gibi. Akademilerin esas işlevi çalıştıkları konudaki bilim politikasını oluşturmak veya bunun için gerekli ortamı yaratmaktır. Oluşturdukları etkileşim ve tartışma platformlarıyla da toplumda bilimsel, eleştirel, sorgulayıcı düşünce biçiminin gelişmesine katkıda bulunurlar.

Enstitü- akademi örgütlenme şekli, ilerleme hamlesi niyetinde olan her bağımsız ülkenin modeli olmuştur. Örneğin Sovyetler Birliği. Sovyetlerde hemen her kuruluşun bir araştırma merkeziyle (enstitü) bağlantısı vardı.

Enstitüler, Sovyet biliminin yapıtaşları arasındaydı. Enstitülerin üç tür işlevi vardı; birincisi beraber çalıştıkları kuruluşlarda ortaya çıkan sorunlara yerinde çözüm bulunuyordu, ikincisi doğrudan yaşam pratiğinden kaynaklanan, başka bir deyimle ayakları yere basan bir araştırma gündemi oluşmuş oluyordu. Bu hem araştırmacılara hem de halka karşılıklı yarar sağlıyordu. Üçüncü işlev ise araştırma merkezlerinin bir kitle eğitim aracı olmasıydı. Sanayide, tarımda, eğitimde, sağlıkta; her birim bir enstitü ile bağlantılıydı.

Tüm bu araştırma merkezleri/enstitüler tek cumhuriyetlerdeki bilim akademilerine, bunlar da SSCB Bilim Akademisine bağlıydı. Bu örgütlenme sayesinde örneğin Tacikistan’da uğraşılan bir sorunun çözümü Litvanya’dan gelebiliyordu. Büyük bir coğrafyadaki olağanüstü eşgüdüm sayesinde köylü toplumundan ABD’ye Sputnik şokunu yaşatan ülkeye dönüşüm olanaklı hale gelebilmişti.

Elbette bu örgütlenme sadece Sovyetler Birliği’ne özgü değil. Örneğin bugün ABD’de yine enstitü- akademi modeli kullanılıyor. Amaçlardan kaynaklanan kimi farklılıklar olsa da model benzerdir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Fransa, o güç koşullar altında, Frederic Joliot-Curie’yi Fransız Bilim Akademisi’ni kurmakla görevlendirmişti, üstelik komünist olduğunu bile bile.

Genç Türkiye Cumhuriyeti de benzer bir modeli izlemeye çalışmıştı.  1920’li yıllarda, özellikle sağlık ve ziraat alanındaki gelişmeler enstitüler aracılığıyla başarılabilmişti.

Sözün özü: bilimde farkın kapatılmasının, bilim yaşam ilişkisinin sağlıklı kurulmasının, bilimin toplumla buluşmasının yolu enstitü-akademi modelinden geçer.