Emperyalizm, işgal, bilim

İzge Günal

Blog: Bilimin İzleri

Yıllar önce Bergama’yı ünlü ve deneyimli bir rehber (aynı zamanda öğretim üyesi) eşliğinde dolaşmıştım. Akropol’u dolaşırken doğal olarak konu Berlin’e kaçırılan Zeus Sunağına geldi. Yüz metrekarenin üzerinde bir zemine oturan ve 20 metre yüksekliğindeki bir eserin nasıl yurt dışına götürüldüğü bir yana, dikkat çeken bir diğer nokta Bergama’da bırakılan kısımlardan geriye doğru dürüst bir şeyin kalmadığıydı.

Rehberimiz, antik kentin taşlarının Bergama’da evlerinde yapımında kullanıldığını anlattıktan sonra, yörenin ünlü kelle kirecinden söz etti. İyi bir yapıştırıcı olan bu kirecin isminin, antik mermer heykellerin kafalarının öğütülmesiyle elde edilmesinden geldiğini anlattı ve “En azından” dedi, “sunak Berlin’de de olsa sağlam duruyor”.

                                                                ***

Bu öyküyü anlatmamın nedeni, emperyalizm veya sömürgecilikle bilgi üretimi arasındaki ilişkiyi tartışabilmek. Aslında, bu çok eski bir tartışmadır ve emperyalizmin işgali altındaki yerlerde üretici güçlerin gelişip gelişmeyeceği sorusundan köken alır.

Cabral’a göre emperyalizm,  bir gücün başka bir toplumun üretici güçlerinin gelişimini denetlediği, böylece, o toplumun tarihsel sorumluluğunu yüklendiği bir sömürü yapısıdır. Modernleşmeci görüşlerde sömürgecilik toplumsal modernleşme ve refah yolunda önemli bir adımken, Marks ve Engels’e göre dünya devriminin önündeki engelleri kaldırmada kapitalist sömürgeci devletlerin sunduğu bilinçsiz bir katkıdır. Sömürgeci ülkeler, sömürgelerde toplumsal durumu maddi olarak daha iyi bir hale koymazlar, yalnızca üretici güçlerin gelişmesinin önkoşullarını oluşturabilirler. Basitçe söylersek, kendi dinamikleri ile toplumun gelişme ve ilerleme yolunu kapatıp, başka bir yönde gelişmesine kaçınılmaz olarak yol açar. Bu bir anlamda emperyalizmin kendi iç çelişkisidir.

Emperyalizm-bilim ilişkisi de benzer biçimdedir. Örneğin, İngiltere’nin Hindistan’da yaptığı demiryollarının uzunluğu, İngiltere’de yaptığının birkaç katı kadardı. Yine o dönemdeki yatırımlar, sonradan Hindistan ve Pakistanlı bilim insanlarının Nobel ödülleri kazanmasıyla sonuçlanmıştır.  Bu demek değildir ki, emperyalizm bilimi geliştirir; sadece “acaba bu ülkeler üzerinde sömürü olmasaydı, kim bilir neler üretirlerdi?” sorusunu akla getirir. Türkiye’de kapitalist mi, yoksa yarı-feodal üretim ilişkisi mi hâkimdir tartışmasının da temelinde bu sorun vardır.

                                                                   ***

Arkeoloji örneğine dönecek olursak, eğer konuya tek tek eski eserler olarak bakılacak olursa, bunun Bergama’da mı, Berlin’de mi olmasının bir önemi kalmaz. Hatta özel bir koleksiyonda bile olması önemli değildir. Ancak arkeolojiyi çevresiyle birlikte bir kültür birikimi, geçmişi aydınlatmak için üzerinde çalışılacak bir alan olarak gördüğünüzde hem bilimden yana, hem de emperyalizme karşı olursunuz.

Bergama’dan daha iyi bir örnek de 1920’li yılların Mezopotamya bölgesi olabilir. İngiltere işgal sonrası arkeolojiyle ilgili ayrıntılı bir planı uygulamaya başlamıştı. Buna göre, önce yetkili bir arkeoloji örgütü kurularak izinsiz kazılar engellendi. Sonrasında arkeolojik bir döküm çıkartılıp, iklim koşullarından etkilenmeyecek tüm eserler British Museum’a götürüldü.

Şimdi bu durumda Mezopotamya’da arkeoloji gelişmiş mi oluyor? Bu örnek işgal koşullarında bütün bilimin durumu için genelleştirilebilir.