Bilim tarihinde İslami dönemden söz edilebilir mi?

İzge Günal

Blog: Bilimin İzleri

Bilim tarihinin dönemlere ayrılmasında hiç anlayamadığım nokta, İslam bilimi veya İslam’ın bilime katkısı gibi bir dönemden bahsedilmesidir. Öyle ki, kimi Marksist bilim tarihçilerinin dönem sınıflandırmasında bile İslami dönem yer almaktadır. Bu arada, sakın bu dönemleme çabasının çok elemanlı olduğunu düşünmeyin; değişik çalışmalarda üç ila altı döneme ayrılmaktadır bilim tarihi ve bunlardan bir tanesi İslami bilim dönemi olarak gösterilmektedir. Yani bilimin gelişmesinin nerdeyse en az altıda birinin İslam önderliğinde olduğu söylenmektedir.

Peki, gerçekten durum böyle mi? Sanırım ilk hata bilim-din çelişkisini göz ardı etmekle başlamaktadır. Eski yazılarımda defalarca ele aldığım gibi, din bilimin zıddıdır: bilim araştırır, din kabul eder; bilim şüpheyle yaklaşır, din biat eder; bilim gelişir, din durağandır vs. Bilim ilerledikçe dinin tanımlama alanı daralır. Sadece böyle bakıldığında bile bilimin uzunca bir döneminin dini göndermelerle adlandırılmasının yanlışlığı görülebilir.

İkinci hata ise bilimin temel itici gücü olan toplumsal yapıdan, üretim ilişkilerinden ayrı olarak ele alınmasıdır. Marks’ın dediği gibi, insanlık önüne çözebileceği sorunları koyar. Bu saptama bilim için de geçerlidir ve net bir ifadeyle, bilim üretici güçlerin gelişmesi için vardır diyebiliriz. Doğrudan üretime yönelik olmayan bilim dalları da gerekli paradigma için bakış açısını oluşturma ve değiştirme işlevini üstlenir. “Toplumun teknik gereksinimleri bilimi on üniversitenin yapabileceğinden daha fazla iter” diyen Engels de, “Newton’un başarısı bilimsel bir dehanın ya da bilimin iç mantığının ürünü değil, daha ziyade iktisadi ve toplumsal koşulların ürünüdür” diyen Hessen de aynı gerçeği vurgulamaktadır.

Bu durumda, şöyle bir dönemlemenin daha doğru olacağı söylenebilir: İlkel komünal toplum ve ilk devlet döneminin temel özelliği ampirik bilgi toplamaydı ve Mezopotamya ile Mısır uygarlıkları bu döneme örnek olarak verilebilir. İkinci dönem, evreni açıklamaya yönelik akılcı sistemlerin kurulması dönemidir ve köleci topluma denk gelir. Eski Yunan, bu dönemin en tipik örneğidir.

Esas sorun “İslami” olarak adlandırılan üçüncü dönemdedir. Özünde feodal topluma denk düşen Ortaçağ’da temel ilerleme alet yapma yönündeydi. Liste tutulması, hasat zamanlarının hesaplanması, güneş ve ayın izlenmesi, vergi toplanması gibi gereksinimlerin varlığı bilimin gelişmesini bu yöne çevirmişti.  Evet, İslam coğrafyasında da ciddi bilimsel gelişmeler olmuştur bu dönemde ama sadece İslami dönem diye adlandırmak, Çin ve Hindistan’daki, başka bir deyişle Budist ve Hindu katkıları görmemezlikten gelme demektir. Kesin olan, bilimin itici gücünün coğrafi tanımlamayla Avrupa’dan doğuya kaymış olduğudur.

Bunun nedeni de feodal yapılarının Avrupa ve Asya’da farklı karakterde gelişmesidir. Burada Asya Tipi Üretim Tarzı tartışmasından uzak durmak istemekle birlikte, Asya’daki merkezi örgütlenme üretimin ve bilimin gelişmesi açısından avantaj sağlamaktaydı. Başka bir ifadeyle ölçek sorunu Asya için olumlu bir durum yaratıyordu.  Öyle ki, 16. yüzyılda Avrupa’daki 500 özerk devlet ve prenslik vardı  (bu sayı 20. yüzyılın başında 25’e düşmüştür). Kısacası, parçalanmışlık bilimin önünde bir engeldi. Yani İslam coğrafyasında bilimin ilerlemesi İslam’a değil merkezi feodal yapıya bağlıydı. Sonrasında bu yapının sermaye birikiminin ve üretici güçler önünde engel olması, bilimin öncülüğünün Avrupa’ya kaymasıyla sonuçlanmış ve Rönesans sonrası gelişmelerin yer aldığı modern bilim dönemi başlamıştır.

Eğer bir sonuç gerekirse, bir toplum dini olarak adlandırılıyorsa, bilim üretimi geridir. Hristiyanlık, bu sıfatı terk edip “batı” olarak tanımlanmasıyla birlikte bilimde ilerlemiştir. Bu basit bir adlandırma değil tutuculuktan kopuşun ifadesidir.