Bilim insanı-öğretmen ikilemi üzerine

İzge Günal

Blog: Bilimin İzleri

Profesör sözcüğü bilim insanını tanımlamak için kullanılsa da, sözcüğün etimolojisinde öğretmenlik yatar. Bugün kimi dillerde, örneğin Fransızcada, her düzeydeki öğretmen profesör olarak adlandırılır. Tahmin ettiğiniz gibi, burada amacım sözcüğün kökenini tartışmak değil. Amacım öğretmenlikten bilim insanına geçişteki kopuştan söz etmek.

Çokça yazdım, bilgi üretimi bir görev olarak üniversitenin ilk ortaya çıkışından beri en önemli işlevlerinden biridir. Ancak bu işlev üniversiteyi kuran ve yönetenlerin üniversiteye yükledikleri ve buna bağlı olarak gerçekleştirmesini istedikleri bir işlev değildir.  Çok kısa süren Humboldt deneyimi bir kenara bırakılacak olursa, iktidar üniversitenin bu işlevinden rahatsız olmuş ve ya kontrol altında tutmaya ya da bütünüyle engellemeye çalışmıştır. Burada belirli bir tarihsel süreç ve belirli bir bölgede egemen olan gücün tarih sahnesinde yükselme ya da gerileme aşamasında olması belirleyici olmuştur. Örneğin, burjuvazinin yükselme döneminde bilime gereksinimi olduğu açıktır ve kontrol altında tutabilmesi koşuluyla bilimden yanadır. Gerileme döneminde ise bütünüyle karşısındadır.

Bunun nedeni, bilgi üretme sürecinin özündeki radikal karakterde bulunabilir. Sosyal bilimler açısından bunun anlaşılması çok kolaydır; sosyal bilimler esas olarak ideoloji ürettiği için, yapılan bilimsel çalışmalar doğrudan egemen ideolojiye alternatifler üretebilir ve üretir de. Fen bilimlerinde ise durum biraz daha karışık gibi durmaktadır. Herhangi bir bilimsel çalışma düşünüldüğünde temelde birkaç aşaması olduğu görülür. Bunlar, öncelikle o tarihte geçerli olan ve çoğunluğun doğruluğundan şüphe etmediği bir düşünce ya da bilginin geçerliliğinden şüphe etmek, sonra bu şüphesini kanıtlamak için düzgün bir deney planı yapmak, sonra bu deneyi gerçekleştirip eski bilginin yanlışlığını kanıtlamak ve en sonunda da yeni durumu diğer insanlarla paylaşmak gelir. Bu sürece dikkatle bakılırsa, kabaca bir devrimi özetlediği görülecektir: her gerçek bilimsel çalışma küçük bir devrimdir aslında. Gerçekten de biyografileri yazılmış Nobel ödüllü bilimcilere bakıldığında önemli kısmının ülkelerinin radikal partilerine üye oldukları veya bu partilerin yakınında oldukları görülür. Zaten bilimin çok küçük bir parçasını sorgulayan bir kişinin dünyayı, ülkesini, günlük yaşamı sorgulamaması beklenemez. Burada egemen gücü rahatsız eden fen bilimleri aracılığıyla “bilimsel düşünce yapısının” topluma yerleşmesidir.

Egemen gücün bu hedefine ulaşabilmek için yaptığı esas iş, bilgi üretiminin karşısına eğitimi çıkartmaktır. Aslında üniversite eğitim işlevini de, bilgi üretme işlevi nedeniyle elde etmektedir; ilk ve ortaöğrenimde bile ders verebilmek için öğretmenlik dersleri (formasyon) almış olmak bir koşul olarak öne sürülürken, üniversite eğitiminde böyle bir koşul yoktur çünkü üniversite öğretim üyesinin bilgiyi ürettiği ve bu yüzden ürettiği bilgiyi en iyi onun aktarabileceği kabul edilir; yani bilgi ürettiği için öğretebilmektedir. Kimi ülkelerde, örneğin Küba’da, yükseköğrenim genel eğitimden ayrılarak ayrı bir bakanlık haline getirilmiştir.  Üniversite ile birlikte ele alınan ve çok önemli bir kazanımı olan “özerklik” hakkına da bilgi ürettiği için sahiptir; eğitim için veya hizmet için gerekli olan özerklik herhangi bir okul veya devlet dairesinden daha fazla değildir: özerklik bilgi üretimi için gereklidir ve üniversitenin bilgi ürettiği varsayıldığı için böyle bir hakkı vardır.

Bu açıdan bakıldığında eğitim üniversitenin “gerici” yönüdür. En doğrusu, bilgi üretme süreci içinde öğretmektir.