Küba Devrimi, Che ve biz

Hepimiz, hangi yaşta olursak olalım, Küba Devrimi’nden, Küba halkının onu koruma ve geliştirme mücadelesinden, o mücadelenin devrimci önderlerinden çok etkilendik öğrendiklerimize paha biçilemez. Öğrendiklerimiz içinde hepsinden önemlisi, devrim için bıkıp usanmadan, yorulup yavaşlasak da umutsuzluğa kapılmadan mücadele ederken gelişmiş, yaşamaya sımsıkı bağlı, keyifli ve iyi insan olmaktır.

“Biz” derken anlatmak istediğim iki özne var. Biri, Küba Devrimi’nden sonra dünyanın başka yörelerinde devrim peşinde koşmayı sürdürenler öbürü, daha dar bir kesim, Küba Devrimi ile sonrasında Latin Amerika’da gelişen devrimci mücadeleye aklı eren yaşlarında tanık olmuş Türkiyeli devrimciler. “Biz” diyerek sahiplenmekte öznel ve nesnel dayanaklarımın bulunduğunu düşündüğüm bu iki özne açısından bakmaya çalışacağım.

Küba Devrimi’nin bize gösterdiği nedir? Herhalde birden çok yanıtı bulunabilir bu sorunun. En önemlileri arasında gördüğüm ikisi üzerinde durmakla yetiniyorum.

Birincisi şudur: Çağımızda bir toplumsal-siyasal hareket gerçekten devrimci ise, çıkış ya da başlangıç noktası ne olursa olsun, mutlaka sosyalistleşerek gelişir.

Burada “gerçekten devrimci ise” diye bir kayıt var. Bunu nasıl değerlendireceğiz? Neye bakarak bir hareketin “gerçekten devrimci” olup olmadığını anlayacağız? Bence, birbiriyle bağlantılı üç ölçüte göre ya da üç koşulun birlikte varlığını sorgulayarak:

(a) Emekçi halkın kesin, kalıcı kurtuluşunun peşinde ise, başka bir anlatımla, emekçilerin biraz ferahlaması, ağır yüklerinin bir bölümünün yok edilmesi ya da hafifletilmesi ile yetinmek gibi bir niyeti olmadan, amacını böyle bir “tevazu” içinde sınırlandırmadan yola çıkmışsa
(b) Kendi egemen sınıflarından kesin bir kopuşu gerçekleştirmişse, onlarla herhangi bir uzlaşmanın kapılarını tümüyle kapatmışsa
(c) Emperyalist sistemle ya da onun bazı odaklarıyla şu ya da bu biçim ve ölçüde ilişki, bağlantı, pazarlık içinde değilse, bunu kategorik olarak reddeden bir ideolojik-politik tutumu benimsemişse.

İşte bu üç koşulu birlikte yerine getirme anlamında “gerçekten devrimci” her hareket, başlangıç noktası ne olursa olsun, ayakta kalıp ilerledikçe sosyalistleşir başka bir seçeneği yoktur. Küba Devrimi’nin bize gösterdikleri arasında özellikle vurgulamak istediğim derslerden biri budur.

İkinci derse gelince, Başkan Mao’nun ün kazandırdığı “Emperyalizm kâğıttan kaplandır.” deyişi, Küba Devrimi ile bir kez daha ve belki de daha inandırıcı kanıt aramayı gerektirmeyecek bir kesinlikte doğrulanmıştır.

Şöyle de anlatabiliriz: Emperyalizmin gücüne, bu gücün alt edilmezliğine ilişkin bir düşünce ya da korkulu inanış vardır. Buna göre, emperyalizm, (a) ülkelerde başlayıp başarıyla ilerleyen devrimci hareketlerin sosyalist iktidarlara dönüşmesine geçit vermeyecek, (b) bu emperyalizm açısından bir yol ya da iş kazası olarak gerçekleşmişse, ortaya çıkan sosyalist iktidarı ve/veya onun sosyalizmin kuruluşu yönündeki devrimci yürüyüşünü yaşatmayacak kadar güçlüdür.

Küba Devrimi, Mao’nun sözünü doğrulamış tersinden söylenirse de, emperyalizmin gücüne ilişkin aşırı abartılmış kavrayışı yerle bir etmiştir. Haydi, bu “yerle bir etme” deyişi fazla iddialı yahut gerçekçilikten uzak görünüyorsa, Küba’nın on yıllardır yaşamak zorunda bırakıldığı büyük sıkıntılar da bilindiğine göre, o kavrayışı esaslı bir sarsıntıya uğratmış ve yaygınlığını ya da yayılma hızını önemli ölçüde azaltmıştır, diyelim.

Küba Devrimi emperyalizmin gücüne ilişkin bu abartılı anlayışın her iki yönünü de, emperyalizmin hem sosyalist ya da sosyalizme yönelen iktidarlara geçit vermeyecek hem de ortaya çıkmış olanları bir vuruşta, bir vuruşta olmuyorsa üçbeş vuruşta yıkabilecek kadar başa çıkılmaz bir güç olduğu yanılsamasını ciddi ölçüde sarsmıştır.

Bu dediğimizi iki açıdan irdeleyebiliriz.

Bir kez, Küba Devrimi, emperyalizmin en güçlü ve en saldırgan devleti olduğunda kuşku bulunmayan ABD’nin burnunun dibinde doğup gelişmiş ve sosyalist iktidara evrilmiştir. O sıralar dünyada bir sosyalist sistemin ve onun başında ABD ile birçok bakımdan boy ölçüşebilecek güçte bir sosyalist devlet olarak SSCB’nin varlığının bu olay üzerindeki etkisini ihmal etmemek, ama abartmamak da gerekir. Bu etkinin, Ekim 1962’deki “füze krizi”nden sonra ağırlık kazandığını söylemek daha gerçekçi, dolayısıyla daha doğru olur.

Öte yandan, devrimci Küba halkının “ambargo” kodlamasıyla anılan ABD saldırılarına direnişi, hele onun son çeyrek yüzyıllık bölümü, sözcüğün tam anlamıyla bir destandır. İstenirse, “masal” da denebilir ama tıpatıp gerçeğe dönüşmüş bir masal… Bu masalın iki kahramanı, fiziksel ya da dışsal görünümleri bakımından, bir dev ile bir cücedir. Dev her türlü şirretliği, azgınlığı, saldırganlığı yapmış ama yok yoksul, çaresiz görünen cüce bildiği yolda yürümeye devam etmiştir. Sonunda, hemen hemen bütün masallarda olduğunun tersine, dev ölmüş değildir, bizim masalımız tepeden tırnağa gerçekçidir ve gerçeğin kendisidir çünkü. Ama dev şaşkın ve cüce dimdik ayaktadır üstelik maskaraya çevirdiği devin çaresiz bakışları altında, kendi başına buyruk yürüyüşünü daha büyük bir güvenle sürdürmektedir.

İster masal diyelim ister destan, sosyalist Küba halkının bu benzersiz direnişi, dünyanın bütün emekçi halklarının ruhunda henüz eksiksiz olarak anlama imkânımızın bulunmadığı derinlikte izler bırakmıştır. Bu izlerin ne büyük değer taşıdığını, devrimci mücadelenin önümüzdeki döneminde bütün ilerici insanlığın yaşayarak görmesi gündeme gelecektir.

Şimdi, ikinci “biz”e geliyorum. Bu, Türkiye’deki biziz.

Başka ülkeler için de benzer bir saptama yapılabilir belki de. Ama onun için ayrıca bir araştırma yapmam gerekiyor. Bizim ülkemiz içinse, herhangi bir araştırma yapmaya gerek görmeden, yaşantılarıma dayanarak yazabileceğimi sanıyorum.

Bu bağlamda, Küba Devrimi’nin çok belirgin iki etkisinden söz edilebilir. Biri, gerilla mücadelesi ile ilgili, öbürü önderlerin etkisiyle…

Altmışlı yılların ikinci yarısında, büyük ölçüde Küba Devrimi’nin etkisiyle diyebiliriz, ülkemizde, daha doğrusu, ülkemizdeki devrimci gençlik hareketi içinde gerilla mücadelesi olağanüstü bir saygınlık kazanmış, git gide, bunun devrimin tek geçerli yolu olduğu inancı yerleşmiştir. O mutlaklaştırmayı aşarak, bunun da bir yol, yollardan biri, gerektiğinde ve koşullar uygun olduğunda başvurulabilecek bir mücadele biçimi olduğu düşüncesinin de belli bir ağırlık kazanması ise daha sonradır ve burada da Küba’daki devrimci mücadelenin daha iyi öğrenilip anlaşılması etkili olmuştur. Hatta, böylece, gerilla mücadelesinin de emekçi halktan kopuk olamayacağının, kopukluk bir yana, halkla, neredeyse bütünleşme denebilecek yakınlıkta bağların kurulmasını zorunlu kıldığının anlaşılmasında da Küba Devrimi ile ilgili bu daha iyi anlama çabasının payı olmuştur.

Küba Devrimi’nin iki büyük önderinin, Fidel ile Che’nin, hele o günlerde özellikle de Che’nin
etkisi ise, sözcüğün tam anlamıyla, muazzamdır. O günler derken anlatmak istediğim, geçen yüzyılın altmışları, asıl olarak da, altmışlı yıllar diye andığımız dilimin ortaları ve sonrasıdır. Che, birkaç onyıl sonra batılı ülkelerde başlayarak bize de uzanan tüketim ekonomisine malzeme edilip tüketilme operasyonuna konu edilmesinden çok önce, genç insanlar için anlatılması kolay olmayan bir düzeye yükselmişti. Bir ne düzeyine, bu “ne”nin yerine koyacak sözcük bulamıyorum. Anlatmanın kolay olmaması da buradan geliyor zaten. Şöyle yazarsam, biraz daha anlaşılır duruma getirebilirim belki: Sözün gelişi, Marx ya da Lenin, hepimizin saygı duyduğu, yazıp çizdiklerini okuyup öğrenme gereğini kavradığı, bu yolda az ya da çok çaba harcadığı bilginlerdi, sadece bilgin değil önder siyasetçi kimlikleri vardı, tamam da, Che’nin adını andıkça, onun yapıp ettikleriyle, yapıp etmekte olduklarıyla ilgili birkaç bilgi kırıntısına ulaştıkça, hiç kimseyle karşılaştırılamayacak bir yakınlık, benzerlik, daha doğrusu, benzemek için uğraşmaya değerlik duygusuna kapılıyorduk. Sömürüydü, baskıydı, hepsinden kurtulmak için devrimdi, sosyalizmdi, bütün bunları duyan, dinleyen, öğrenip o kavgaya katılmaya çabalayan genç insanların gözünde Che, kanlı canlı yaşamakta olan ve o söylenen, yazılan, okunan, öğrenilen “şey”leri gerçekliğe dönüştürmek için ne özveri gerekiyorsa onun bir özveri olup olmadığını bile hiç aklına getirmeden, gerçek anlamda korkusuzca çarpışan insandı. Onu hep aklımızda, gönlümüzde, o kadar soyut değil, yanımızda taşıyorduk.

Onun şu sözleri yaşadığımız yerlerin, mücadele örgütlerimize ait binaların, toplantı odalarımızın duvarlarında asılı duruyor, ceplerimizde saklanıyordu hâlâ da öyledir: “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin, savaş çığlıklarımız kulaktan kulağa yayılacaksa, silahlarımız elden ele geçecekse ve başkaları mitralyöz sesleriyle, savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıtlar yakacaklarsa, hoş geldi safa geldi.”

Örnek olsun, benim o günlerden aşağı yukarı çeyrek yüzyıl sonra yazılmış ve yayımlanma imkânı bulabilmek için üçbeş yıl daha beklemiş bir şiirimi buraya aktarmak, söylediklerimi biraz daha anlaşılır kılmak bakımından yararlı olabilir:

Yüzyılı Dörde Bölün

tütünüm kalmadı
ne tütün ne şu ne bu
tükettim hepsini
herkesle birlikte elbet bir ben mi

olur kardeşim
gün doğmadan alır gelirim

nasıl da aşkla içerdik ağızlar acısı
dipdiri ulaşılan sabahlara karşı
che gülümserdi duvarda hüzünle
ben onyedi yaşımdaydım ya da onsekiz
en büyüğümüz yirmiikisinde

hocam üç birinci bi de kibrit
olur abi
az soluklanın siz ben alır gelirim

hüzünlü müydü gülümser miydi bilmem
uyku muyku akmazdı gözlerimizden
neler konuşurduk geceler boyu bilmem
sabah olmaz derse merse gitmezdik
uzun yürüyüşler bizi beklerdi

acıkmışız iki ekmek biraz da peynir
olur hocam
siz gidedurun ben alır gelirim

yüzyılı dörde bölün
o kadar oldu mu bilmem
sırtladık geldik işte sözlerini güzel günlerin
bir de rengarenk kır çiçeklerini
nasıl bitivermiş üstümüzdeki toprakta bilmem

hadi kardeşler siz devam edin
ben ölülerimizi toplar gelirim

* * *

Şimdi de odamda bir Che fotoğrafı var. Kitaplığımın raflarının birinden her gün bana unutulmaması gerekenleri hatırlatıyor. Ama bu fotoğraf, o kırk küsur yıl öncekinden daha farklı. Bir kez, herhalde, gerçek anlamda el yapımı gençler çuhaya benzer siyah bir kumaştan yapıp kartona yapıştırmış olmalılar. Oğlum onyedi yaşında okumak için evden ayrılıp gittiğinde, ondan bana kalmış bir armağan. İkincisi, buradaki Che herhangi bir asker ne puro içiyor ne de gülümsüyor, başında gerilla beresi ile gözlerini ufka dikmiş bakıyor. Bir tek altındaki sunuş satırı eksik: “Yoldaşlar için bir askerlik hatırası.” Tam öyle. Sıradan, herkesin yaptığı, onsuz olmayacak bir işi yaparken, böbürlenmeden, yapmakta olduğunun olağanüstü bir iş olduğu havasına girmeden hatırlatıyor sanki.

Başka ülkeler bir yana, bu memleketin devrimcileri, hepimiz, hangi yaşta olursak olalım, Küba Devrimi’nden, Küba halkının onu koruma ve geliştirme mücadelesinden, o mücadelenin devrimci önderlerinden çok etkilendik öğrendiklerimize paha biçilemez. Öğrendiklerimiz içinde hepsinden önemlisi, devrim için bıkıp usanmadan, yorulup yavaşlasak da umutsuzluğa kapılmadan mücadele ederken gelişmiş, yaşamaya sımsıkı bağlı, keyifli ve iyi insan olmaktır böyle insan olmadan devrimci mücadeleyi sürdürmenin pek de mümkün olmadığıdır.

O yüzden, kısa ömründe bize çok şey öğretmiş olan Che’ye, uzun ömründe hâlâ öğretmeye devam eden Fidel’e, onların kişiliklerinde bütün Küba’lı devrimcilere çok fazla borçlanmış durumdayız. Borcumuzu ne zaman ödemiş sayılacağımızı bilmiyoruz ama, ödemek için çalışmanın bize mutluluk ve onur verdiğini biliyoruz.

Mesut Odman