Sapiens'in Günahları (VI)

Yazı dizisinin bu bölümünde Harari’nin beyinle ve özellikle beyin-iletişim ilişkisiyle ilgili argümanlarına değineceğiz.

Ozan Karakaş - bilimsoL

Homo cinsini diğer kuyruksuz maymun türlerinden –ve elbette diğer memelilerden– ayıran en önemli özelliklerden biri, onlara kıyasla oldukça esnek (elastik) bir beyinle doğmasıdır. Ünlü nörobilimci David Eagleman’ın ifadesiyle, “yunuslar, daha doğumda yüzmeye başlarlar; zürafalar ayakta durmayı saatler içinde öğrenirler; bir zebra yavrusu da doğumu izleyen kırk beş dakika içinde koşabilir. … Hayvan yavrularındaki bu hızlı gelişimin nedeni, beyinlerinin büyük oranda önceden programlanmış* bir şablona göre bağlantılar kurmasıdır. … İnsanlar ise aksine, buzlu tundralardan yüksek dağlara ya da vızır vızır işleyen kentlere kadar birçok farklı ortamda yaşama becerisine sahiptir. Bunun mümkün olmasının nedeniyse, gelişimi şaşılası ölçüde eksik kalmış birer beyinle doğuyor olmamızdır.”1 “Esneklik” derken kastedilen budur: diğer memelilerin aksine insan beyninin doğumdan sonra çok büyük ölçeklerde biçimlendirilebilir oluşu. Harari’nin iki buçuk milyon yıldır insan beyninin evrimini sürdüren şeyin ne olduğunu bilmediğimizi iddia etmesi ise bu derece zayıf bir kitap için bile gülünç. Zira bu sebep yüz elli yıldan fazla bir süredir biliniyor: doğal seçilim.

Harari, ilk insanın doğumundan bugüne geçen iki buçuk milyon yılda insan türünün kendine özgü yapıtlarını küçümsemekten de geri kalmıyor. Yazara göre insanlık, iki buçuk milyon yılın büyük bir bölümünde, gelişen ve büyüyen beynine rağmen “çakmaktaşından birkaç bıçak ve sivri sopa dışında” pek az şey ortaya koyabildi. Harari’nin bu bakış açısı, daha önce de sözü edilen dualist yaklaşımının bir sonucu. Bu yaklaşım yüzünden insanın içinde bulunduğu çevresel şartlar ve o şartlarla kurduğu ilişki göz ardı ediliyor; Harari’ye göre bir yanda doğa, diğer yanda insan var ve bunlar birbirlerinden bağımsız bir gidişata tabi. Gerçekte olan ise bundan çok, ama çok farklı.

Örneğin Sapiens’inkinden daha büyük beyinlere sahip olan Neandertallerin konuşma becerisi geliştiremeyip muhtemelen yalnızca vücut dili ve homurtularla iletişim kurmuş olması, Neandertallerin konuşmaya uygun gırtlak yapısına sahip olmamasıyla açıklanır. Onların aksine Sapiens’in konuşarak iletişim kurmasına olanak sağlayacak şekilde evrimleşmiş bir solunum, gırtlak, ağız ve geniz yapısı vardır. Gerekli donanım olmaksızın yazılım ne kadar gelişkin olursa olsun fayda etmez. Doğal seçilim yoluyla evrim, Sapiens’e, bu yazılım-donanım ikilisini bir arada sunduğu için türümüzü şanslı sayabiliriz; ancak bu, Sapiens’in var oluşu süresince ortaya koyduklarını küçümsememiz gerektiği anlamına gelmez. Bir türün bilişsel gücünü yalnızca alet yapma becerisiyle ölçmek ise abesle iştigaldir; o türün iletişim becerilerini ve biçimlerini de belirlemek gerekir.

Harari’ye göre ise iletişim, en azından sözlü iletişim yarattığımız mitler ve dedikodudan ibaret. Homo sapiens’te konuşma becerisinin tam olarak ne zaman, nasıl ve neden ortaya çıktığına dair birçok tahmin bulunuyor. Bu konu üzerine farklı alanlardan çok sayıda araştırmacı yaptıkları çalışmalarla dev miktarda sonuç biriktirmişse de bu tahminlerin hiçbiri elle tutulur birer kurama dönüşmüş değil; hepsi de tartışmaya açık, kısmen çelişkili, henüz önündeki sis bulutu yırtılıp atılamamış birer spekülasyondan ibaret. Dolayısıyla Harari’nin “mitler ve dedikodu” önerisi de geçerli olabilir. Fakat iletişim yalnızca konuşmadan ibaret değil ve Harari’nin yazı ve okumaya dair söyledikleri, günümüzde okuma/yazma ve beyin arasındaki ilişki üzerine çalışan saygın birçok nörobilimcinin ve dilbilimcinin çalışmalarıyla ciddi zıtlıklar gösteriyor.

Harari, tıpkı –akla zarar bir şekilde– Tarım Devrimi sonrasında buğdayın insanı köleleştirdiğini iddia etmesi gibi, okumanın (ve yazının) da insanı esir aldığını, onun sahibi haline geldiğini öne sürüyor. Bu bir mecaz olarak alındığında doğru gibi görünse de kitabın bütünselliği içinde değerlendirildiğinde bu iddianın, insanın kendi nesnelliğine etki edemeyeceğine dair yazarın öne sürdüğü “delillerden” bir diğeri olduğu görülüyor.

Buna karşın gerçekte olan şey yazının beyni değil, beynin –yani Sapiens’in– yazıyı evrime uğratmasıdır. Yazının bulunuşu yaklaşık 5 bin yıl öncesine dayanır ve bu süre, milyonlarca, hatta çoğu zaman milyarlarca yıl süren evrimin işleyebilmesi için yeterli değildir. Fakat ortada yazı ve onu algılayıp anlamlandırarak “okuma” eylemini gerçekleştiren bir de beyin vardır. Nörobilimci Stanislas Dehaene buna “okuma paradoksu” adını verir ve bu paradoksu, “Nöronal Geri Dönüşüm Hipotezi” adını verdiği bir yöntemle çözer.2 Dehaene’e göre beynimizde bulunan görsel nesne tanımaya ayrılmış nöronlar, normal bir avcı toplayıcı toplumda hayvan izlerini takip etmeye, avcıları ve yırtıcıları tanımaya yararken günümüzde yazıyı oluşturan sembolleri tanımak üzere eğitilmektedir. Yani okuma doğuştan gelmez; temelinde başka bir görev üstlenen nöronlara –yazının önceki bölümlerinde bahsedilen esneklik özelliği sayesinde– okuma “öğretilir”.

Öte yandan yazı ise ilk ortaya çıktığı haliyle kalmamıştır. Başlangıcını mağara resimleriyle imleyebileceğimiz yazı, bugüne kadar onu ele geçiren her toplum tarafından değiştirilmiş ve gittikçe daha da, daha da basitleştirilmiştir. Bu basitleştirme işlemi, önceki çağlarda küçük bir azınlığın oluşturduğu kâtipler zümresinin bir ülkedeki tüm vatandaşları kapsayacak biçimde genişletilmesini sağlamıştır. Sonuçta bir insan için anlamak ve çizmek zorunda olduğu resimleri veya piktogramları ezberlemek, yalnızca birkaç çizikten meydana gelmiş sembolleri ezberlemekten daha zordur.

Sonuç olarak Harari’nin ortaya attığı iddialar, dilin ve yazının ortaya çıkışı ve bunların beyinle –ya da bilişle– ilişkisini açıklamak konusunda da havada kalıyor. Dilin dedikodu ve yaratılan mitler sayesinde ortaya çıktığı iddiası (sosyokültürel açıklamanın bir parçası), gerçeğin olsa olsa bir kısmı olabilir ve bu iddianın resmin tamamının görülmesini engelleyecek biçimde sunulması, art niyet olmasa bile en hafif tabirle “laf cımbızlamak” olarak tanımlanabilir. Diğer yandan modern toplumun bir getirisi olan yaygın okumanın insanı esir aldığını, ona sahip olduğunu söylemek de yersizdir. Okumayı öğrenmek bir yetinin boyunduruğu altına girmek değil, insanın bilişsel ve toplumsal gelişimini ileriye taşımak için hayli kullanışlı bir araç edinmektir.


* Buradaki “programlanmış” sözcüğü, yazarın özgün metinde iyi niyetle kullandığı bir ifadedir. Buradan canlıların ilahi bir güç tarafından önceden planlanıp programlandığı değil, evrimin milyonlarca yıllık bir süreçte insanları bu biçimde doğmak üzere şekillendirdiği anlaşılmalıdır. – yn.

1 Eagleman, D., “Beyin: Senin Hikâyen”, 3. Baskı, Domingo, 2016, s. 8-9. Çev.: Zeynep Arık Tozar

2 Dehaene, S., “Beyin Nasıl Okur?”, Alfa, 2014. Çev.: Ozan Karakaş