Sanat-siyaset ilişkisi konulu tartışmalar yeni değil, sürekli tartışılagelmiş bir konudur. Bu konudaki tartışmalar bir değil bin kütüphane dolduracak kadar fazladır. Yine de her dönem ‘sil yeni baştan’ tartışılagider! Yazık ki, şimdi yaptığımız da odur!
Şu “İslamcılar eskiden solcuların yaptığı gibi örgütleniyorlar, bizim yapmamız gerekeni yapıyorlar” efsanesi, sanırım, 1990'larda yükselmişti. Efsane derken, Türkiye toplumunda ve siyasetinde 1970'lerin solunda unutulan halk örgütlenmesinin bu kez tarikat tabanlı bir versiyonunun yükseldiğini görmezden gelmeyi savunmuyorum.
Böyle giderse, önümüzdeki yıl büyük bir kırılmaya sahne olur. Fakat, Türkiye’nin iç sınırları da artık "makbul medyanın" manşetlerine girmiş bulunduğuna göre, böyle bir öngörü, öngörü bile sayılmaz. "Medya" dedik...
Türkiye solunun medyası ne olacak?
Bu soruyu daha yüksek sesle sormanın zamanıdır.
"Birgün bize bir cennet armağan etmeye kalkarlarsa, bunu biz kendimiz yaratmalıyız diyerek reddederiz…"
Bir devrimci edebiyatçının dile getirdiği bu söz, insanlığın çekmekte olduğu acılar hesaba katıldığında düpedüz çileseverlik olarak damgalanabilir, veyahut çağdışı kalmış bir ahlak anlayışının ürünü olarak küçümsenebilir.
"Gördün mü" diye birbirlerine mesaj yolluyordu CHP yolcusu solcular. Kılıçdaroğlu'nun "yoldaşlar" hitabından çok heyecanlanmış, kurultay ile birlikte Türkiye'de yeni bir dönem açıldığına ikna olmuşlardı.
Önce bunalımı yaratan dev bankaları, spekülatörleri kurtardılar. Sonra krizleri, büyük sermaye çevrelerine, özellikle finans kapitale teslim olarak yönettiler. Ve bu teslimiyetin maliyetini utanmaz bir pervasızlıkla sıradan insanlara, emekçi sınıflara yıktılar. İşte Amerika’da, Avrupa’da son üç yılın özet hikâyesi…
CHP Kurultayı yarın (18 Aralık 2010 günü) toplanıyor. İki gün sürecek, önemli bir kurultay bu. Bizler, yani sosyalist sol çevreler ne kadar mesafeli, eleştirel ve reddiyeci yaklaşırsak yaklaşalım, bu kurultay Türkiye’deki rejim tartışmaları, toplumsal muhalef güçlerinin konumu ve solun geleceği konusunda önem taşıyor.
Toplumun böyle şeyleri dikkate aldığı falan yok. İyi. O halde, tam da almadığı için olayın üzerine gidilmesi ve yaşanan rezaletin yorumlanması gerekiyor. WikiLeaks ile ortaya çıkan ve Türkiye’nin ne durumda yönetildiğini açığa çıkaran belgelerden söz ediyoruz. Ama söyleyeceklerimiz, bu maceracı Julian Assange’dan farklı bir yerde. O belgelerin içeriği çok da önemli değil.
Üniversite oldum bittim tutucu bir yer olmuştur. Öğrencilerden bahsetmiyorum, üniversite hocalarını kastediyorum. Son 4-5 yılda ulaştığı noktayı ve sığlığı ise anlamakta zorlanıyorum.
Ben bu yazımda, genel olarak Türkiye’nin, özel olarak da sosyalist solun içinden geçtiği bu tarihsel dönemeçte çok önemli bulduğum üç yazıya/değerlendirmeye dikkat çekeceğim. Üstelik bunu, söz konusu yazılarda söylenenleri tekrar etmeyi de göze alarak yapacağım. Çünkü her üç yazıda yapılan kim saptamalara çok önem veriyor, bu nedenle bir kez daha dikkat çekmek ve katkıda blunmak istiyorum.
"AKP meselesi değil, sistem meselesi" AKP'ye yol açmak, bu partinin iktidarını sağlamlaştırmasına izin vermek için "sol"dan bulunmuş formüldü. Artık nasıl bir sistem algısı yerleştiyse, AKP'nin onu zayıflatacağını, sola alan açacağını düşünüyorlardı.
“Bitti bu iş, buraya kadarmış, ülkenin neresine gidersen git seyirci yok.”
Son günlerde, turneye çıkan gruplardaki oyuncu arkadaşlardan ve tiyatro organizatörlerinden duyduğum bu yakınma, meslek alanımızın ne denli daraltıldığının net ifadesi olsa gerek.
İstanbul’da kapalı gişe oynayan oyunlar bile, Anadolu’da seyirci bulmakta zorlanıyor!
İktidarbaşı ‘Yumurta atan öğrencilerin arakasında örgüt var!’ diye bağırıyordu. Dinlerken ‘Keşke!’ diye bağırasım geldi! “Yumurta atanların arkasında örgüt var” diyor da, kendisine her gittiği yerde çiçek atan öğrencilerin arkası boş mu? Fıkrada, ‘Temel doping yapmış, ama anlaşılmasın diye yavaş koşmuş!’ diye anlatılır.
Konuşmaya yeni başlayan çocukların iki benzer sözcüğü birbirine bulama özelliği bilinir. ‘Yumrukta’ sözü, yumrukla yumurtayı iç içe heceleyen bir çocuktan aşırdığım, gayet masumane bir sözdür. Kimse, bu sözü, içine ‘Yumurta yumruğa dönüşmeli, yumruk yumruklara ulaşmalı, yumruklar örgütlü güce kavuşmalı’ türünden bir anlam gizleyerek türettiğimi sanmasın!
Hangi siyah-beyaz filmdi hatırlamıyorum, Ekrem Bora eve gelip öyle güzel ve pratik pişirmişti ki, o zamana kadar hiç sevmediğim sahanda yumurta hayatıma girivermişti. Sonra, yine emin değilim, “Angel Heart”ta mıydı, Sean Connery’nin haşlanmış yumurtayı soyuş tekniğini kapışım. Ve herkes gibi benim de “Kramer Kramer’a Karşı”da, yumurtayı tek elle kırmayı öğrenişim.