Toplum ve bilim ilişkisi, aslında bu sütunlarda yazdığım yazıların temelini oluşturuyor.
Bu topraklarda eğer üst düzeyde bilim yapıldıysa, bunun 1933 Üniversite Reformu’nu takip eden günlerde başladığından sanırım kimsenin kuşkusu yoktur. Evet, genç cumhuriyet bilimi toplumsallaştırma anlamında reform öncesi de ciddi adımlar atıyordu ama üst düzey bilgi üretiminin esas kaynağı Nazi zulmünden kaçıp Türkiye’ye gelen Alman bilim insanlarıydı.
Her toplumsal etkinlik gibi, bilgi üretimi de bir anlamıyla örgütlenme sorunudur. Gerekli ve yeterli örgütlenme olmadığı sürece, yeteneğin, zekânın ya da çalışma disiplininin bir anlamı olmaz. Geri kalmış ülkelerin bilimde atılım yapamamasının sırrı da burada yatar: egemen güçler bilimsel örgütleri çalışamaz hale getirirler, hedeflerinde tek tek bilim insanları olmaz.
Seksen iki yıl önce bu günlerde, Alman bilim dünyası da tüm Almanya gibi karışıktı. Naziler iktidara gelmiş ve korkunçluğunu herkesin iyi bildiği uygulamalarına başlamışlardı.
Geçen ay Yazılama yayınlarından yeni çıkan “Kızıl Tıp” isimli kitabı okudum. 1932-1933 yıllarında Newsholme ve Kingsbury’nin Sovyetler Birliği’ne, sağlık sistemini incelemek üzere yaptıkları ziyaret sonrası izlenimleri oluşturuyor kitabı.
Bir süredir “İslami bilim” kavramı tartışma ortamına sokulmak isteniyor; bunu sadece Türkiye için değil, dünya için kastediyorum. Gerçekten de, 1970’li yılların sonlarından beri konuyla ilgili çok sayıda kitap yayınlandı ve yayınlamaya da devam ediliyor.
Günlük soL gazetesinde yazarak başladığım bilim konulu makalelerimin sayısı elliyi aştı. Dönüp şöyle bir baktığımda genellikle bir şeyleri eleştirdiğimi (Sovyetleri anlattığım bazı yazılarım hariç) fark ettim. Sanırım artık ideal olan ama ütopya gibi çok da uzakta olmayan bir toplumda bilimin ne olması gerektiğini yazma zamanı geldi, hatta geçti bile.