Sosyalizm Düşmanı ‘Solcular’ Modası

Bir dünya sistemi yıkıldı, o sistemin simgelerinden biri, Berlin Duvarı da öyle, ama tartışmalar hâlâ sürüyor. Artık bir açıklık sağlama zamanıdır oysa.

20’nci yıldönümünü geride bıraktığımız Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla, dünya, genç bir arkadaşımızın mükemmel vurgusunu yinelersek, sosyalizmden geriye kalmış bir dünya olarak artık üzerimizdedir. “Şimdi bu duvarın yıkılışını ve o büyük çöküşü solculuk adına savunmak zorlaştı” diye düşünenler vardır. Ama yanılıyorlar. Karşıdevrim, soldan veya sola oynayanlardan hep daha yeni güçler veya eski aşinalar devşirir.

Yaşanan büyük kıyıma rağmen, yani Jean Ziegler gibi hiç de öyle başkalarına solculuk dersi veremeyecek bir sosyal demokratın bile deyişiyle, bir dünya savaşının içinde bulunmamıza rağmen, sol adına reel sosyalizmin nasıl bir olanak olduğunu değil, nasıl bir “ceza sömürgesi” olduğunu anlatanlar var. Sayıları da çok.

Acı olan, Sovyetler Birliği’ni korumanın Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak -ve tersi- demek olduğunu anlamamayı solculuk saymak isteyenlerdir.

Oysa çok açık değil mi? SSCB yoksa, TC de olmayacak. Oraya gidiyoruz. Trajik olan, bu iki olgudan birine sözde sıkı sıkıya sahip çıkanların, aradaki bağı görmeme ısrarıdır. Hatta bazıları bu ısrarı solculuk adına sürdürüyor.

Nitekim, solda saydığımız, ama galiba yanıldığımız Ergin Yıldızoğlu, gazetesinde “1979 mu, 1989 mu?” başlıklı bir yazıyla, Berlin Duvarı ile ilgili gelişmeleri yorumladı. İnsanı solculuk adına utandıracak şeyler yayımlamakla belki de bir yerlere işaretler gönderme ihtiyacı duydu. İtalikler ve siyahları normalleştirilmiş halde, bir bölüm şöyle:

“Duvarın yıkılışının 20. yıldönümünde, 1989’da dünyanın nasıl değiştiğine ilişkin yorumları okurken, kendimi muhafazakâr, emperyalist tarihçi Niall Ferguson’la aynı yerde buluverdim. Ferguson’a göre ‘Demir Perde’nin yıkılışını boş verin, 1979’da olanlar çok daha önemlidir’ (Newsweek, 30/10). (...) Niall Ferguson, Thatcher’in iktidara gelişinin, Deng Siao Ping’in Amerika ziyaretinin, Humeyni rejiminin tarihsel etkilerinin, Duvar’ın yıkılmasından daha önemli olduğunu söylüyor genelde, Afganistan’ın işgalini de ekleyerek katılıyorum.

Ferguson, (bir sözcük oyunuyla) 1989’un aslında bir devrim (revolution) değil bir açığa çıkma (revelation) olduğunu savunuyor. Ona göre Doğu Bloku, ama özellikle SSCB’nin çöküşü, yozlaşmış komünist seçkinlerin gerçek yüzünü açığa çıkardı.

‘1989’da yaşananların bir ‘açığa çıkma’ durumu olduğuna ben de katılıyorum. Ama bir farkla: Sosyalizmin, Ekim Devrimi’nin kazanımlarının, 1989’da değil, ondan 55-60 yıl önce, grev hakkını, fabrikalarda işçi yönetimini ortadan kaldıran I. Sanayi Planı atılımıyla, 1930’larda sanatta Avant Garde’ın, ilk devrimci Bolşevik kuşağın, liderlerinin (Kamanev, Zinoviev, Radek, Piatokov, Bukharin, Troçki vb…), biri hariç Merkez Komite üyelerinin tümünün Vişinski mahkemelerinde, cinayetlerde tasfiyesiyle öldüğünü biliyorum. ‘1989’, sosyalizmi öldüren sınıfın, halkını aldatamaz hale geldikten sonra, ekonomik, siyasi yapılarıyla dünya piyasasında rekabet edemeyeceğinin ayırdına varmasının sonucu, ‘deri değiştirmeye’ çalışırken, gerçek karakterini açığa vurmasıydı… 1989’da yaşananları bir sermaye birikimi modelinden ötekine geçişin sancıları olarak da görebiliriz.

Gerçekten de duvarın, SSCB’nin çökmesi, Rusya’nın parçalanarak, sermayesinin, doğal kaynaklarının paylaşılmasına yol açmadı. SSCB egemen sınıflarının en seçkin kesimi, devletin kolektif mülkiyeti altındaki malları, kısa bir sürede çeşitli özel mülkiyet biçimlerine dönüştürerek servetlerine katmayı, çalınanları geri almayı becerdiler. Yaklaşık on yıl içinde KGB, yeni kapitalist sınıfla birlikte yönetimi yeniden ele geçirdi Rusya’nın dış politikası da eski ‘nüfuz alanlarının’ yeniden ele geçirilmesi amacına odaklandı.”

Bir Soğuk Savaş vurgunu bu yazının bırakın Hürriyet veya Milliyet’i, Taraf’ta ve Zaman’da ve aynen böyle yayımlanmaması için herhangi bir neden var mı? Asıl önemlisi, bu, Berlin Duvarı diye yaftalanan bir dönemece gerçekten sol bir bakış mı? Herhalde bir yanıtı vardır. Böyle sorduğumuza göre, çok ağır saptamalara eğilimli olduğumuzu açıkça belirtmiş sayılabiliriz. Peki...

Peki ve burada Almancada günlük yaşamda çok kullanılan bir deyişi, “Wer A sagt, muss auch B sagen” (A diyen, B de demek zorundadır) hatırlamak yerinde olacaktır. Bir şeyi söylediğiniz zaman, onun sonuçlarını bilmeniz, söylediklerinizin nerelere varacağını ve neleri eklemek ya da savunmak zorunda kalacağınızı da düşünmeniz gerekir. Eninde sonunda, böyle bir zorunlulukla karşı karşıya kalırsınız. Kabul, bu, (anarkolu, troçlu, biraz maolu ve Moskova paspası) “eski solun” pek anlayabildiği bir şey değildir. Artık sadece sermayenin azgın bir saldırısına hizmet etmekle kalmayıp aynı zamanda ve son 50 yılda çok ağır bir “sol” psikolojik bozukluğa dönüşmüş bulunan bir karşıdevrimci rezalet, “antistalinizm”, böyle bir çürümenin nedeni ve göstergesi sayılabilir. Ama bir önemi yok.

Önemli olan şu: Bütün zaaflarına rağmen reel sosyalizm, varolduğu sürece, emekçi sınıflar için tarihin en büyük kazanımıydı. Değil miydi? Reel sosyalizmi varolduğu dönem boyunca, eleştirilecek hatalarına ve son dönem kadrolarına egemen çürüme sendromlarına rağmen, insanlık için en önemli bir sistem kazanımı olduğunu söylemeyen, nasıl devrimci kanattan kabul edilebilir? Bu kazanımı kabullenmeyen, açıkça karşıdevrimin borusu veya borazanıdır. Artık bunu kendi açımızdan ilan etmiş olalım. Bu zemin üzerinde, yani bizlerin durduğu zemine bakarak bizlerle bağlantılar, birliktelikler kurulabilir. Yani bizlerin kim olduğu iyi bilinerek beraberlikler kurulabilir. Ancak kendimizi farklı anlamaya da gerek yok.

Bir şeyi, soL yöneticisi arkadaşlarımızın insafına da sığınarak, söylemeye çalışalım: Reel sosyalizm ve sosyalizme böyle bir mantıkla bakmak, diğerleri bir yana, dört mütefekkirimizin yapıtlarından, -şimdi yollarımız ayrılsa da- Yalçın Küçük, ama özellikle yol arkadaşlarımız Metin Çulhaoğlu, Kemal Okuyan ve Aydemir Güler’den sonra, ya karşıdevrimci bir saldırı veya yoğun bir cehalet olarak tanımlanabilir. Buna isteyen “Anderson cehaleti”, isteyen “Ferguson cehaleti” de diyebilir. Yabancı dilde okumayanlar ise aynı şeyi “Murat Belge-Ahmet İnsel-Ahmet Altan cehaleti” olarak formüle edebilir. Ama bu anlayışa, her biri bir kütüphane sahibi denebilecek kadar çok yazmış bu yazarlarımızdan ve bu sitede Rusçayla İspanyolcayla içli dışlı genç arkadaşlarımızın çalışmalarından sonra, Türkiye solunda hiç yer kalmamıştır.

Bu anlayışa ısrarla yer arayanların amacını, Nabi Yağcı olmaktan son anda dönen bir sorumlu, bir Alman, çok geç de olsa fark etti. Yaz sonunda, Berlin Duvarı’nın nasıl yıkıldığını anlatan kitabını genişleterek yeniden yayımlayan, dönemin Alman Demokratik Cumhuriyeti Devlet Başkanı Egon Krenz, “Herbst ‘89” (Sonbahar 89) başlıklı kitabında ve son bir ayrıntılı makaleler dizisinde, çok anlamlı ipuçları verdi. Umarız yakın bir gelecekte Türkçeye de girer ve analizlere konu olur. Mesele şudur: Krenz gerçi büyük hatalara imza atmış ve galiba hâlâ da iflah olmamış bir kadroyu simgelemektedir, ama bunlar hep reel sosyalizmin tarihsel haklılığına ve bu anlamda dokunulmazlığına sahip çıktılar. Tutulan yolun temelde doğru olduğunu savundular.

Reel sosyalizmin tarihine, neredeyse başından itibaren, Yıldızoğlu gibi bir kinle saldıranlara, bin derecede kaynayan bir sınıf mücadelesini düşman bir dille “anlatanlara”, Türkiye solu içinde yer aramak, abesle iştigaldir. Bu ısrarın sahipleri kendilerine devrimci bir sol dışında yerler aramalıdır. Türkiye, reel sosyalizm olmasaydı olmayacaktı. Olacaktı, diyenler dertlerini anlatsınlar: Yugoslavya’da, Orta ve Doğu Avrupa’da, Kafkasya’da, Irak’ta falan anlatıyorlardır. Onlara katılırlar.

Reel sosyalizmin eksikleri çoktu. Ama Cemal Süreya’nın şiirini kırarak söylersek ve hâlâ “kimse dokunamaz onun suçsuzluğuna.” Kaan Arslanoğlu’nun geçenlerde bir vesileyle yazdığını, kendi vurgumuzla yinelemiş olalım: En kötü reel sosyalizm, gerçekten irdelendiğinde görülecektir ki, en iyi kapitalist ülkeden veya demokrasiden çok daha iyidir. Değil midir? Kamboçya mı?

Bu işin sonu yok. Ama yeni dönem devrimcilerin geçmişteki sosyalist deneyimlerden utanmaları ve ona yönelik saldırıları cehalet başlığı altında irdelememesi için bir neden de yok.

Modadır devam edeceğini düşünebiliriz.

Ama biz de buradayız.

Şimdi oturup konuşabiliriz.